Afleveringen

  • Üçüncü Muhâl: Bu muhâli îzâh edecek bazı risâlelerde beyân edilen iki misâldir.Birinci Misâl: Bütün âsâr-ı medeniyetle tekmîl ve tezyîn edilmiş ve hâlî bir sahrâda kurulmuş ve yapılmış bir saraya; gāyet vahşi bir adam girmiş, içine bakmış. Binlerle muntazam, san‘atlı eşyâyı görmüş. Vahşetinden ve ahmaklığından, hâriçten kimse müdâhale etmeyip, “O saray içindeki o eşyâdan birisi, o sarayı müştemelâtıyla beraber yapmıştır” diye taharrîye başlar. Hangi şeye bakıyor; o vahşetli aklı dahi kābil göremiyor ki, o şey bunları yapsın. Sonra o sarayın teşkîlat programı ve mevcûdâtın fihristi ve idare kanunları içinde yazılı olan bir defteri görür. Çendân elsiz ve gözsüz ve çekiçsiz olan o defter dahi, sâir içindeki şeyler gibi, hiçbir kābiliyeti yoktur ki o sarayı teşkîl ve tezyîn etsin. Fakat muzdar kalarak, bilmecbûriye, eşyâ-yı âhara nisbeten, kavânîn-i ilmiyenin bir ünvanı olmak cihetiyle, o sarayın mecmûuna bu defteri münâsebetdâr gördüğünden: “İşte bu defterdir ki, o sarayı teşkîl, tanzîm ve tezyîn edip bu eşyâyı yapmış, takmış, yerleştirmiş” diyerek vahşetini; ahmakların, sarhoşların hezeyanına çevirmiş.İşte aynen bu misâl gibi; hadsiz derecede misâldeki saraydan daha muntazam, daha mükemmel ve bütün etrafı mu‘cizâne hikmetle dolu şu sarây-ı âlemin içine, inkâr-ı ulûhiyete giden tabîiyyûn fikrini taşıyan vahşi bir insan girer. Dâire-i mümkinât hâricinde olan Zât-ı Vâcibü’l-Vücûd’un şu sarây-ı âlem, eser-i san‘atı olduğunu düşünmeyerek ve ondan i‘râz ederek, dâire-i mümkinât içinde, kader-i İlâhînin yazar bozar levhası hükmünde ve kudret-i İlâhiyenin kavânîn-i icrââtında tebeddül ve tagayyür eden bir defteri olabilen ve pek yanlış ve hatâ olarak “tabiat” nâmı verilen bir mecmûa-i kavânîn-i âdât-ı İlâhiyeyi ve bir fihrist-i san‘at-ı Rabbâniyeyi görür. Ve der ki: “Madem bu eşyâ bir sebeb ister, hiçbir şeyinSayfa 195bu defter gibi münâsebeti görünmüyor. Çendân hiçbir cihetle akıl kabûl etmez ki; gözsüz, şuûrsuz, kudretsiz bu defter, rubûbiyet-i mutlakanın işi olan ve hadsiz bir kudreti iktizâ eden îcâdı yapamaz. Fakat madem Sâni‘-i Kadîm’i kabûl etmiyorum; öyle ise en münâsibi, bu defter bunu yapmış ve yapar diyeceğim” der. Biz de deriz:Ey ahmaku’l-humakādan tahammuk etmiş sarhoş ahmak! Başını tabiat bataklığından çıkar, arkana bak! Zerrâttan, seyyârâta kadar bütün mevcûdât, ayrı ayrı lisânlarla vücûduna şehâdet ettikleri ve parmaklarıyla işaret ettikleri bir Sâni‘-i Zülcelâl’i gör; ve o sarayı yapan ve o deftere sarayın programını yazan Nakkāş-ı Ezelî’nin cilvesini gör, fermanına bak, Kur’ân’ını dinle o hezeyanlardan kurtul!İkinci Misâl: Gāyet vahşi bir adam muhteşem bir kışla dâiresine girer. Gāyet muntazam bir ordunun umûmî ve beraber ta‘lîmlerini ve muntazam hareketlerini görür. Bir neferin hareketiyle; bir tabur, bir alay, bir fırka kalkar, oturur, gider; bir “Ateş!” emriyle ateş ettiklerini müşâhede eder. Onun kaba, vahşi aklı, bir kumandanın devletin nizâmâtıyla ve kānûn-u pâdişâhîyle kumandasını anlamayıp, inkâr ettiğinden, o askerlerin iplerle birbirine bağlı olduklarını tahayyül eder. O hayâlî ip, ne kadar hârikalı bir ip olduğunu düşünür; hayrette kalır. Sonra gider Ayasofya gibi gāyet muazzam bir câmiye, cum‘a gününde dâhil olur. O cemâat-i müslimînin, bir adamın sesiyle kalkar, eğilir, secde eder, oturduklarını müşâhede eder. Ma‘nevî ve semâvî kanunların mecmûundan ibâret olan şerîatı ve şerîat sâhibinin emirlerinden gelen ma‘nevî düstûrları anlamadığından, o cemâatin maddî iplerle bağlandığını ve o acîb ipler onları esîr edip oynattığını tahayyül ederek en vahşi insan sûretindeki canavar hayvanları dahi güldürecek derecede maskaralı bir fikirle çıkar, gider. İşte aynı bu misâl gibi:Sultân-ı Ezel ve Ebed’in hadsiz cünûdunun muhteşem bir kışlası olan şu âleme ve o Ma‘bûd-u Ezelî’nin muntazam bir mescidi olan şu kâinâta; mahz-ı vahşet olan, inkârlı fikr-i tabîatı taşıyan bir münkir giriyor. O Sultân-ı Ezelî’nin hikmetinden gelen nizâmât-ı kâinâtın ma‘nevî kanunlarını, birer maddî madde tasavvur ederek ve ...

  • Üçüncü Kelime: اِقْتَضَتْهُ الطَّب۪يعَةُ yani, tabiat iktizâ ediyor, tabiat yapıyor. İşte bu hükmün çok muhâlâtı var. Numûne için üçünü zikrediyoruz.Birinci Muhâl: Ekser mevcûdâtta, hususan zîhayatta görünen basîrâne ve hakîmâne olan san‘at ve îcâd, Şems-i Ezelî’nin kalem-i kader ve kudretine verilmezse, belki kör, sağır, düşüncesiz olan tabiata ve kuvvete isnâd edilse lâzım gelir ki; tabiat, îcâd için her şeyde hadsiz ma‘nevî makine ve matbaaları bulundursun; veyahud her şeyde, kâinâtı halk ve idare edecek bir kudret ve hikmet dercetsin. Çünkü nasıl, şemsin cilveleri ve akisleri, zemin yüzündeki zerrecik cam parçalarında ve katrelerde görünüyor. Eğer o misâlî ve aksî güneşçikler, semâdaki tek güneşe isnâd edilmezse lâzım gelir ki, bir kibrit başı yerleşmeyen bir zerrecik cam parçasında, tabîî ve fıtrî, hem güneşin hâsiyetlerine mâlik, zâhiren küçük, ma‘nen çok derin bir güneşin hâricî vücûdunu kabûl ederek, zerrât-ı züccâciye adedince tabîî güneşleri kabûl etmek lâzım geldiği gibi; aynen bu misâl gibi, mevcûdât ve zîhayat doğrudan doğruya Şems-i Ezelî’nin cilve-i esmâsına verilmezse, herbir mevcûdda, hususan herbir zîhayatta hadsiz bir kudret ve irâde ve nihâyetsiz bir ilim ve hikmet taşıyacak bir tabîî kuvveti, âdetâ bir ilâhı içinde kabûl etmek lâzım gelir. Bu tarz fikir ise, kâinâttaki muhâlâtın en bâtılı, en hurâfesidir. Hâlik-ı Kâinât’ın bir sineğe müteveccih san‘atını, mevhûm, ehemmiyetsiz, şuûrsuz bir tabiata veren insan, elbette yüz def‘a hayvandan daha hayvan, daha şuûrsuz olduğunu gösterir.İkinci Muhâl: Eğer gāyet intizâmlı ve mîzânlı, san‘atlı ve hikmetli şu mevcûdât; nihâyetsiz Kadîr ve Hakîm bir zâta verilmezse, belki tabiata isnâd edilse lâzım gelir ki; tabiat, herbir parça toprakta, Avrupa’nın umum matbaaları ve fabrikaları adedince makineleri ve matbaaları bulundursun, tâ o parça toprak, menşe’ ve tezgâh olduğu hadsizSayfa 192çiçeklerin ve meyvelerin yetişmelerine ve teşkîllerine medâr olabilsin. Çünkü çiçekler için saksılık vazîfesini gören bir kâse toprak içine tohumları nöbetle atılan umum çiçeklerin birbirinden çok ayrı olan şekil ve hey’etlerini teşkîl ve tasvîr edebilir bir kābiliyeti, bilfiil görülüyor. Eğer Kadîr-i Zülcelâl’e verilmezse; o vakit, o kâsedeki toprakta, herbir çiçek için ma‘nevî, ayrı, tabîî bir makine bulunmazsa, bu hâl vücûda gelemez. Çünkü tohumların nutfeler ve yumurtalar gibi, maddeleri birdir. Yani müvellidü’l-mâ, müvellidü’l-humûza, karbon, azotun intizâmsız, şekilsiz, hamur gibi halîtasından ibâret olmakla beraber; hava, su, harâret, ziyâ dahi, herbiri basit ve şuûrsuz ve her şeye karşı sel gibi bir tarzda gittiğinden, o hadsiz çiçeklerin teşkîlleri ayrı ayrı ve gāyet muntazam ve san‘atlı olarak o topraktan çıkması, bilbedâhe ve bizzarûre iktizâ ediyor ki; o kâsede bulunan toprakta, Avrupa kadar, küçük mikyâsta ma‘nevî matbaalar ve fabrikalar bulunsun. Tâ ki, bu kadar hayatdâr kumaşları ve binlerle ayrı ayrı nakışlı mensûcâtları dokuyabilsin. İşte tabîiyyûnun fikr-i küfrîleri, ne derece dâire-i akıldan hâriç saptığını kıyâs et. Ve tabiatı mûcid zanneden insan sûretindeki ahmak sarhoşların, “Mütefennin ve akıllıyız!” diye da‘vâ ettikleri akıl ve fenden ne kadar uzak düştüklerini; ve mümteni‘ ve hiçbir cihetle mümkün olmayan bir hurâfeyi kendilerine meslek ittihâz ettiklerini gör, gül ve tükür!Eğer desen: “Mevcûdât tabiata isnâd edilse böyle acîb muhâller oluyor ve imtinâ‘ derecesinde müşkilât olur; acaba Zât-ı Ehad ve Samed’e verildiği vakit, o müşkilât nasıl kalkıyor? Ve o suûbetli imtinâ‘, o suhûletli vücûba nasıl inkılâb eder?”Elcevab: Birinci muhâlde nasıl ki, güneşin cilve-i in‘ikâsını ve feyzini ve te’sîrini en küçük zerrecik camdan tut, tâ en büyük bir denizin yüzüne kadar kemâl-i suhûletle ve külfetsiz misâlî güneşciklerle gāyet kolaylıkla gösterdikleri halde, eğer güneşten nisbetleri kesilse; o vakit herbir zerrecikte, tabîî ve bizzât bir güneşin hâricî vücûdu imtinâ‘ derecesinde bir suûbetle olabilmesi, kabûl edilmek lâzım gelir. Öyle de; her mevcûd, doğ...

  • Zijn er afleveringen die ontbreken?

    Klik hier om de feed te vernieuwen.

  • İkinci Mes’ele: تَشَكَّلَ بِنَفْسِه۪ dir. Yani, mevcûdât kendi kendine teşekkül ediyor. İşte bu cümlenin dahi çok muhâlâtı var. Çok cihetle bâtıldır, muhâldir. Numûne için muhâlâtından üç tanesini beyân ederiz.Birincisi: Ey muannid münkir! Senin enâniyetin, seni o kadar ahmaklaştırmış ki, yüz muhâli birden kabûl etmeyi hükmediyorsun. Çünkü sen mevcûdsun. Ve basit bir madde ve câmid ve tagayyürsüz değilsin. Belki dâimâ teceddüdde olarak, gāyet muntazam bir makine; ve dâimâ tahavvülde hârika bir saray gibisin. Senin vücûdunda her vakit zerreler çalışıyorlar. Senin vücûdun kâinâtla, hususan rızık münâsebetiyle, hususan bekā-yı nev‘ i‘tibâriyle alâkadârdır ve alış-verişi vardır. Senin vücûdunda çalışan zerreler, o münâsebâtı bozmamak ve o alâkadârlığı kırmamak için dikkat ediyorlar. Ve öylece ihtiyâtla ayaklarını atıyorlar. Güya bütün kâinâta bakıyorlar. Senin münâsebetini kâinâtta görüp öylece vaz‘iyet alıyorlar. Sen zâhirî ve bâtınî duygularınla, o zerrelerin, o hârika vaz‘iyetlerine göre istifâde edersin.Eğer sen vücûdundaki o zerreleri, Kadîr-i Ezelî’nin kanunuyla hareket eden küçük me’murları veya bir ordusu veya kalem-i kaderin uçları, herbir zerre bir kalem ucu veya kalem-i kudretin noktaları ve herbir zerre bir nokta olduğunu kabûl etmezsen; o vakit senin vücûdunda çalışan herbir zerreye öyle bir göz lâzım ki; senin mecmû‘-u cesedin her tarafını görmekle beraber, münâsebetdâr olduğun bütün kâinâtı dahi görecek bir göz ve bütün senin mâzî ve müstakbelin ve nesil ve aslın ve anâsırının menba‘larını ve rızkının ma‘denlerini bilecek, tanıyacak yüz dâhî kadar bir akıl vermek lâzım gelir. Senin gibi böyle mes’elelerde zerre kadar aklı olmayanın bir zerresine bin Eflâtûn kadar bir ilim ve şuûr vermek, bin derece dîvânece bir hurâfeciliktir.Sayfa 190İkinci Muhâl: Senin vücûdun bin kubbeli hârika bir saraya benzer ki, her kubbesinde taşlar direksiz birbirine baş başa verip, muallakta durdurulmuş. Belki senin vücûdun, bin def‘a böyle bir saraydan daha acîbdir. Çünkü; o sarây-ı vücûdun, dâimâ kemâl-i intizâmla tazelenmektedir. Gāyet hârika olan ruh, kalb ve ma‘nevî letâiften kat‘-ı nazar, yalnız cesedindeki herbir a‘zâ, bir kubbeli menzil hükmündedir. Zerreler, o kubbedeki taşlar gibi birbiriyle kemâl-i muvâzene ve intizâmla baş başa verip, hârika bir bina ve fevkalâde bir san‘at ve göz, dil gibi acîb birer mu‘cize-i kudret gösteriyorlar. Eğer bu zerreler, şu âlemin ustasının emrine tâbi‘ birer me’mur olmazlarsa; o vakit herbir zerre, umum o ceseddeki zerrelere hem hâkim-i mutlak, hem herbirisine mahkûm-u mutlak, hem herbirine misil, hem hâkimiyet noktasında zıd, hem yalnız Vâcibü’l-Vücûd’a mahsûs olan ekser sıfâtın masdarı ve menbaı, hem gāyet mukayyed, hem gāyet mutlak bir sûrette olmakla beraber; sırr-ı vahdetle, yalnız bir Vâhid-i Ehad’in eseriyle olabilen gāyet muntazam bir masnû‘-u vâhidi o hadsiz zerrâta isnâd etmek; zerre kadar şuûru olan, bunun pek zâhir bir muhâl olduğunu, belki yüz muhâl olduğunu derkeder.Üçüncü Muhâl: Eğer senin vücûdun, Vâhid-i Ehad olan Kadîr-i Ezelî’nin kalemiyle mektub olmazsa ve tabiata ve esbâba mensub ve matbû‘ olsa, o vakit senin vücûdundaki bir hüceyre-i bedenden tut, birbiri içindeki dâireler misillû, binler mürekkebler adedince tabiat kalıblarının bulunması lâzım gelir. Çünkü, meselâ bu elimizdeki kitap eğer mektub olsa, bir tek kalem, kâtibinin ilmine istinâd edip, bütün onları yazar. Eğer mektub olmazsa ve o kâtibin kalemine verilmezse, “Kendi kendine olmuş” denilse veya tabiata verilse, o vakit matbû‘ kitap gibi, herbir harfi için bir demir kalem lâzımdır ki tab‘ edilsin. Nasıl ki matbaada hurûfât adedince demir harfler bulunur, sonra o kitaptaki harfler vücûd bulur; o vakit bir tek kaleme bedel, hurûfât adedince kalemler bulunması lâzım gelir. Belki o hurûfât içinde bazen olduğu gibi, bir büyük harfte, küçük kalemle bir sahîfe ince hat ile yazılmış ise, binler kalem bir tek harf için lâzım gelir.

  • Ama Birinci Yol ki: Esbâb-ı âlemin ictimâıyla teşkîl-i eşyâ ve vücûd-u mahlûkāttır. Pek çok muhâlâtından; yalnız üç tanesini zikrediyorum. Birincisi: Bir eczâhânede gāyet muhtelif maddelerle dolu, yüzer kavanoz şişeler bulunuyor. O edviyelerden, zîhayat bir ma‘cun istenildi. Hem hayatdâr hârika bir tiryâk, onlardan yapılmak îcâb etti. Geldik, o eczâhânede, o zîhayat ma‘cunun ve o hayatdâr tiryâkın çoklukla efrâdını gördük. O ma‘cunlardan herbirisini tedkîk ettik. Görüyoruz ki, o kavanoz şişelerden herbirisinden, bir mîzân-ı mahsûsla, bir iki dirhem bundan, üç dört dirhem ötekinden, altı yedi dirhem başkasından ve hâkezâ... muhtelif mikdarlarda eczâlar alınmış. Eğer birinden, bir dirhem ya noksân veya fazla alınsa, o ma‘cun zîhayat olmaz, hâssiyetini gösteremez. Hem o hayatdâr tiryâkı da tedkîk ettik. Herbir kavanozdan bir mîzân-ı mahsûsla bir madde alınmış ki, zerre mikdar noksân veya ziyâde olsa, tiryâk hâssasını kaybeder. O kavanozlar elliden ziyâde iken, herbirisinden ayrı ayrı bir mîzânla alınmış gibi ayrı ayrı mikdarlarda eczâlar alınmış. Acaba hiçbir cihette imkân ve ihtimâl var mı ki, o şişelerden alınan muhtelif mikdarlar, şişelerin garib bir tesâdüf veya fırtınalı bir havanın çarpmasıyla devrilmesinden, herbirisinden alınan mikdar kadar, yalnız o mikdar aksın, beraber gitsinler, toplanıp o ma‘cunu teşkîl etsinler. Acaba bundan daha hurâfe, muhâl, bâtıl bir şey var mı? Eşek, muzâaf bir eşekliğe girse, sonra insan olsa, “Bu fikri kabûl etmem!” diye kaçacaktır.İşte bu misâl gibi; herbir zîhayat, elbette zîhayat bir ma‘cundur. Herbir nebât, hayatdâr bir tiryâk gibidir. Çok müteaddid eczâlardan, çok muhtelif maddelerden ve gāyet hassâs bir ölçü ile alınan maddelerden terkîb edilmiştir. Eğer esbâba, anâsıra isnâd edilse ve “Esbâb îcâd etti” denilse; aynen o eczâhânedeki ma‘cunun, şişelerin devrilmesiyle vücûd bulması gibi, yüz derece akıldan uzak, muhâl ve bâtıldır.Elhâsıl: Şu eczâhâne-i kübrâ-yı âlemde, Hakîm-i Ezelî’nin mî-zân-ı kazâ ve kaderiyle alınan mevâdd-ı hayatiye, hadsiz bir hikmet ve nihâyetsiz bir ilim ve her şeye şâmil bir irâde ile vücûd bulabilir. “Kör, sağır, hududsuz, sel gibi akan anâsır ve tabâyiin ve esbâbın işidir” diyen bedbaht, o tiryâk-ı acîbin, “Kendi kendine şişelerin devrilmesinden çıkıp olmuştur” diyen dîvâne bir hezeyancı, sarhoş bulunan bir ahmaktan daha ziyâde ahmaktır. Evet küfür, ahmakāne ve sarhoşâne, dîvânece bir hezeyandır.

  • YİRMİÜÇÜNCÜ LEM‘ATabiat RisâlesiOnyedinci Lem‘a’nın Onaltıncı Nota’sı iken, ehemmiyetine binâen Yirmiüçüncü Lem‘a olmuştur. Tabiattan gelen fikr-i küfrîyi dirilmeyecek bir sûrette öldürüyor; küfrün temel taşını zîr u zeber ediyor.İhtâr: Şu notada, tabîiyyûnun münkir kısmının gittikleri yolun iç yüzü ne kadar akıldan uzak ve ne kadar çirkin ve ne kadar hurâfe olduğu, lâakal doksan muhâli tazammun eden dokuz muhâl ile beyân edilmiştir. Sâir risâlelerde o muhâller kısmen îzâh edildiğinden; burada gāyet muhtasar olmak haysiyetiyle, bazı basamaklar tayyedilmiştir. Onun için, birdenbire, “Bu kadar zâhir ve âşikâre bir hurâfeyi nasıl bu âkil feylesoflar kabûl etmişler ve o yoldan gidiyorlar?” hâtıra geliyor. Evet, onlar, mesleklerinin iç yüzünü görmemişler. Hem hakîkat-i meslekleri ve mesleklerinin lâzımı ve muktezâsı odur ki, yazılmıştır. Herbir muhâlin ucunda beyân edilen o çirkin ve müstekreh ve gayr-i ma‘kūl hulâsa-i mezhebleri, mesleklerinin lâzımı ve zarûrî muktezâsı olduğunu gāyet bedîhî ve kat‘î burhânlarla şübhesi olanlara tafsîlen beyân ve isbat etmeye hazırım. (Hâşiye)بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِقَالَتْ رُسُلُهُمْ اَفِي اللّٰهِ شَكٌّ فَاطِرِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِŞu âyet-i kerîme, istifhâm-ı inkârî ile: “Cenâb-ı Hak hakkında şekk olmaz ve olmamalı!” demekle, vücûd ve vahdâniyet-i İlâhiye, bedâhet derecesinde olduğunu gösteriyor. Şu sırrı îzâhtan evvel bir ihtâr:İhtâr: Bin üçyüz otuz sekiz senesinde (bundan on iki sene evvel) Ankara’ya gittim. İslâm ordusununHâşiye: Bu risâlenin sebeb-i te’lîfi; gāyet mütecâvizâne ve gāyet çirkin bir tarz ile hakāik-i îmâniyeyi tezyîf edip, bozulmuş aklı yetişmediği şeye “hurâfe” deyip, dinsizliği tabiata bağlayarak, Kur’ân’a hücum edilmesidir. O hücum ise, şiddetli bir hiddeti kalbe verdi ki, şiddetli ve galîz tokatları, o mülhidlere ve haktan yüz çeviren bâtıl mezheblilere yedirdi. Yoksa Risâle-i Nûr’un mesleği, nezîhâne ve nâzikâne ve kavl-i leyyindir. Yunan’a galebesinden neş’e alan ehl-i îmânın kuvvetli efkârı içinde, gāyet müdhiş bir zındıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessâsâne çalıştığını gördüm. “Eyvâh!” dedim, “Bu ejderha îmânın erkânına ilişecek!”O vakit şu âyet-i kerîme, bedâhet derecesinde vücûd ve vahdâniyeti ifhâm ettiği cihetle ondan istimdâd edip, o zındıkanın başını dağıtacak derecede Kur’ân-ı Hakîm’den alınan kuvvetli bir burhânı, Arabî risâlemde yazdım. Ankara’da, Yeni Gün Matbaası’nda tab‘ ettirmiştim. Fakat maatteessüf Arabî bilenler az ve ehemmiyetli bakanlar da nâdir olmakla beraber, gāyet muhtasar ve mücmel bir sûrette olan o kuvvetli burhân te’sîrini gösteremedi. Maatteessüf, o dinsizlik fikri hem inkişâf etti, hem kuvvet buldu. Bilmecbûriye, o burhânı Türkçe olarak bir derece beyân edeceğim. O burhânın bazı parçaları, bazı risâlelerde tam îzâh edildiğinden; burada icmâlen yazılacaktır. Sâir risâlelerde inkısâm etmiş olan müteaddid burhânlar, bu burhânlarla kısmen ittihâd ediyor; herbiri bunun bir cüz’ü hükmüne geçiyor.MukaddimeEy insan! Kat‘iyen bil ki; insanların ağzından çıkan ve dinsizliği işmâm eden dehşetli kelimeler var. Ehl-i îmân, bilmeyerek isti‘mâl ediyorlar. Mühimlerinden üç tanesini beyân edeceğiz:Birincisi: اَوْجَدَتْهُ الْاَسْبَابُ yani, “Esbâb bu şeyi îcâd ediyor.” İkincisi: تَشَكَّلَ بِنَفْسِه۪ yani, “Kendi kendine teşekkül ediyor, oluyor, bitiyor.” Üçüncüsü: اِقْتَضَتْهُ الطَّب۪يعَةُ yani, “Tabîîdir, tabiat iktizâ edip îcâd ediyor.” Evet, madem mevcûdât var, inkâr edilmez. Hem her mevcûd san‘atlı ve hikmetli vücûda geliyor. Hem madem kadîm değildir, yeniden oluyor. Herhalde ey mülhid! Bu mevcûdu, meselâ bu hayvanı, ya diyeceksin ki: “Esbâb-ı âlem onu îcâd ediyor.” Yani esbâbın ictimâında o mevcûd vücûd buluyor. Veyahud “O kendi kendine teşekkül ediyor.” Veyahud “Tabiat muktezâsı olarak, tabiatın te’sîriyle vücûda geliyor.”

  • Üçüncü İşaret: Mağlatalı dîvânece bir suâl: Bir kısım ehl-i hüküm diyorlar ki: “Madem sen bu memlekette duruyorsun; şu memleketin cumhûrî kanunlarına inkıyâd etmek lâzım gelirken, sen neden inzivâ perdesi altında kendini o kanunlardan kurtarıyorsun? Ezcümle; şimdiki hükûmetin kanununda, vazîfe hâricinde bir meziyeti, bir fazîleti kendine takıp, onunla bir kısım millete tahakküm edip nüfûzunu icrâ ediyorsun. Senin bu hâlin müsâvât esasına istinâd eden cumhuriyetin bir düstûruna münâfîdir. Sen neden vazîfesiz olduğun halde elini öptürüyorsun. ‘Halk beni dinlesin’ diye hodfurûşâne bir vaz‘iyet takınıyorsun?”Elcevab: Kanunu tatbîk edenler, evvelâ kendilerine tatbîk etmeli, sonra başkalarına tatbîk edebilirler. Siz kendinize tatbîk etmediğiniz bir düstûru başkasına tatbîk etmekle, herkesten evvel siz düstûrunuzu, kanununuzu kırıyorsunuz ve onlara karşı geliyorsunuz. Çünkü, şu müsâvât-ı mutlaka kanununun bana tatbîkini istiyorsunuz. Ben de derim: Ne vakit bir nefer, bir müşîrin makam-ı ictimâîsine çıkarsa ve milletin o müşîre karşı gösterdikleri hürmet ve teveccühe iştirâk ederse ve onun gibi o teveccüh ve hürmete mazhar olsa veyahud o müşîr, o nefer gibi âdîleşirse ve o neferin sönük vaz‘iyetini alırsa ve o müşîrin vazîfe hâricinde hiçbir ehemmiyeti kalmazsa; hem eğer, en zeki ve bir ordunun muzafferiyetine sebebiyet veren bir erkân-ı harb reisi, en abdâl bir neferle teveccüh-ü âmmede ve hürmet ve muhabbette müsâvâta girse; o vakit siz bu müsâvât kanununuz hükmünce, bana şöyle diyebilirsiniz: “Kendine hoca deme! Hürmeti kabûl etme! Fazîletini inkâr et! Hizmetçine hizmet et! Dilencilere arkadaş ol!”Sayfa 181Eğer deseniz: “Bu hürmet ve makam ve teveccüh, vazîfe başında bulunduğu vakte mahsûstur ve vazîfedârlara hâstır. Sen vazîfesiz bir adamsın; vazîfedârlar gibi milletin hürmetini kabûl edemezsin?”Elcevab: Eğer insan, yalnız bir cesedden ibâret olsa ve insan, dünyada lâyemûtâne dâimî kalsa ve kabir kapısı kapansa ve ölüm öldürülse, o vakit vazîfe; yalnız askerlik ve idare me’murlarına mahsûs kalırdı, sözünüzde de bir ma‘nâ olurdu. Fakat madem insan; yalnız cesedden ibâret değildir. Ve o cesedi beslemek için de; kalb, dil, akıl, dimağ koparılıp o cesede yedirilmez ve onlar imhâ edilmez. Onlar da idare isterler. Ve madem kabir kapısı kapanmıyor ve madem kabrin öbür tarafındaki endîşe-i istikbâl, her ferdin en mühim mes’elesidir. Elbette milletin itâat ve hürmetine istinâd eden vazîfeler; yalnız milletin hayat-ı dünyeviyesine âit ictimâî ve siyâsî ve askerî vazîfelere münhasır değildir. Evet, yolculara seyahat için vesîka vermek bir vazîfe olduğu gibi, ebed tarafına giden yolculara da hem vesîka, hem o zulümâtlı yolda nûr vermek öyle bir vazîfedir ki, hiçbir vazîfe o vazîfe kadar ehemmiyetli değildir. Böyle bir vazîfenin inkârı, ölümün inkârıyla ve her gün اَلْمَوْتُ حَقٌّ da‘vâsını, cenazelerinin mührüyle imza edip tasdîk eden otuz bin şâhidin şehâdetini tekzîb ve inkâr etmekle olur. Madem ma‘nevî hâcât-ı zarûriyeye istinâd eden ma‘nevî vazîfeler var. Ve o vazîfelerin de en mühimmi, ebed yolunda seyahat için pasaport varakası ve berzah zulümâtında kalbin cep feneri ve saadet-i ebediyenin anahtarı olan îmândır ve îmânın ders ve takviyesidir. Elbette o vazîfeyi gören ehl-i ma‘rifet, herhalde küfrân-ı ni‘met sûretinde kendine olan ni‘met-i İlâhiyeyi ve fazîlet-i îmâniyeyi hiçe sayıp, sefîhlerin ve fâsıkların makamına sukūt etmeyecektir. Kendini, aşağıların bid‘alarıyla, sefâhetleriyle bulaştırmayacaktır.İşte beğenmediğiniz ve müsâvatsızlık zannettiğiniz inzivâ bunun içindir. İşte bu hakîkatle beraber, beni işkence ile ta‘cîz eden sizin gibi enâniyette ve bu kānûn-u müsâvâtı kırmakta firavunluk derecesinde ileri giden mütekebbirlere karşı demiyorum. Çünkü mütekebbirlere karşı tevâzu‘, tezellül zannedildiğinden, tevâzu‘ etmemek gerektir. Belki sizden ehl-i insâf ve mütevâzi‘ ve âdil kısmına derim ki: “Ben felillâhilhamd kendi kusurumu ve aczimi biliyorum. Değil Müslümanlar üstünde mütekebbirâne bir makam-ı ihtirâm istemek, bel...

  • zYİRMİİKİNCİ LEM‘Aİşârât-ı SelâseOnyedinci Lem‘a’nın Onyedinci Nota’sının Üçüncü Mes’elesi iken, suâllerinin şiddet ve şumûlüne ve cevablarının kuvvet ve parlaklığına binâen, Otuzbirinci Mektub’un Yirmiikinci Lem‘ası olarak Lemeâta karıştı. Lem‘alar, bu lem‘aya yer vermelidirler.Mahremdir; en hâs ve hâlis ve sâdık kardeşlerime mahsûstur.بِاسْمِه۪ سُبْحَانَهُIsparta’nın âdil vâlisine ve adliyesine ve zâbıtasına, en mahrem ve en hâs ve hâlis kardeşlerime mahsûs olarak, yirmi iki sene evvel Isparta’nın Barla nâhiyesinde iken yazdığım, gāyet mahrem bu risâleciği (Isparta milletiyle ve hükûmetiyle alâkadârlığını gösterdiği için) takdîm ediyorum. Eğer münâsib görülse, ya yeni veya eski harf ile daktilo ile birkaç nüsha yazılsın ki, yirmi beş, otuz senelik esrârımı arayanlar ve tarassud edenler de anlasınlar; gizli hiçbir sırrımız yok. Ve en gizli bir sırrımız, işte bu risâledir, bilsinler.بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِوَمَنْ يَتَوَكَّلْ عَلَي اللّٰهِ فَهُوَ حَسْبُهُ اِنَّ اللّٰهَ بَالِغُ اَمْرِه۪ قَدْ جَعَلَ اللّٰهُ لِكُلِّ شَيْءٍ قَدْرًاBu mes’ele üç işarettir.Birinci İşaret: Şahsıma ve Risâle-i Nûr’a âit mühim bir suâl: Çoklar tarafından deniliyor ki: “Sen, ehl-i dünyânın dünyasına karışmadığın halde, nedendir ki her fırsatta onlar senin âhiretine karışıyorlar? Halbuki hiçbir hükûmetin kanunu, târikü’d-dünyâ ve münzevîlere karışmıyor?”Elcevab: Yeni Said’in bu suâle karşı cevabı sükûttur. Yeni Said:“Benim cevabımı kader-i İlâhî versin” diyor. Bununla beraber mecbûriyetle, emâneten istiâre ettiği Eski Said’in kafası diyor ki: “Bu suâle cevab verecek, Isparta vilâyetinin hükûmetidir ve şu vilâyetin milletidir. Çünkü bu hükûmet ve şu millet, benden çok ziyâde bu suâlin altındaki ma‘nâ ile alâkadârdırlar. Madem binler efrâdı bulunan bir hükûmet ve yüz binler efrâdı bulunan bir millet, benim bedelime düşünmeye ve müdâfaaya mecbûrdur. Ben neden lüzûmsuz olarak müddeîlerle konuşup müdâfaa edeyim? Çünkü dokuz senedir ben bu vilâyetteyim; gittikçe daha ziyâde dünyalarına arkamı çeviriyorum. Hiçbir hâlim de mestûr kalmamış. En gizli, en mahrem risâlelerim dahi hükûmetin ve bazı meb‘ûsların ellerine geçmiş. Eğer ehl-i dünyâyı telâşa verecek ve endişeye düşürecek dünyevî bir karışma hâlim ve karıştırmak teşebbüsüm ve fikrim olsa idi, bu vilâyetteki ve kazâlardaki hükûmet, dokuz sene dikkat ve tecessüs ettiği halde ve ben de çekinmeyerek yanıma gelenlere esrârımı beyân ettiğim halde, bu hükûmet bana karşı sükût edip ilişmedi. Eğer milletin ve vatanın saadetine ve istikbâline zarar verecek bir kabâhatim varsa, dokuz seneden beri vâlisinden tut, tâ köy karakol kumandanına kadar, kendilerini mes’ûl eder. Onlar kendilerini mes’ûliyetten kurtarmak için, hakkımda habbeyi kubbe yapanlara karşı, kubbeyi habbe yapıp beni müdâfaa etmeye mecbûrdurlar. Öyle ise, bu suâlin cevabını onlara havâle ediyorum.Ama şu vilâyetin milleti, umumiyetle benden ziyâde beni müdâfaa etmek mecbûriyetleri şundandır ki, bu dokuz senedir, hem kardeş, hem dost, hem mübârek olan bu milletin hayat-ı ebediyesine ve kuvvet-i îmâniyesine ve saadet-i hayatiyesine bilfiil ve maddeten te’sîrini gösteren yüzer risâlelerle çalıştığımızdan; ve hiçbir dağdağa ve zarar, hiçbir kimseye, o risâleler yüzünden gelmediğinden; ve hiçbir garazkârâne tereşşuhât-ı siyâsiye ve dünyeviye görülmediğinden; ve lillâhilhamd şu Isparta vilâyeti, eski zamanın Şâm-ı Şerîf’inin mübârekiyetini ve âlem-i İslâm’ın medrese-i umûmîyesi olan Mısır’ın Câmiü’l-Ezher’i mübârekiyeti nev‘inden, (kuvvet-i îmâniye ve salâbet-i dîniye cihetinde) bir mübârekiyet makamını, Risâle-i Nûr vâsıtasıyla kazanarak; bu vilâyette, îmânın kuvveti, lâkaydlığa ve ibâdetin iştiyâkı, sefâhete hâkim olmasını ve umum vilâyetlerin fevkınde bir meziyet-i dindârâneyi Risâle-i Nûr bu vilâyete kazandırdığından; elbette bu vilâyetteki umum insanlar, hatta farazâ dinsizleri de olsa, beni ve Risâle-i Nûr’u müdâfaaya mecbûrdurlar. Onların çok ehemmiyetli müdâfaa hakları içinde, benim gibi vazîfesini bitirmiş ve lillâh...

  • Bir Kısım Kardeşlerime Hususî Bir MektubdurYazıda usanan ve ibâdet ayları olan şuhûr-u selâsede sâir evrâdı, beş cihetle (Hâşiye) ibâdet sayılan Risâle-i Nûr yazısına tercîh eden kardeşlerime, iki hadîs-i şerîfin bir nüktesini söyleyeceğim.Birincisi: يُوزَنُ مِدَادُ الْعُلَمَٓاءِ بِدِمَٓاءِ الشُّهَدَٓاءِ ev kemâ kāl yani, “Mahşerde ulemâ-yı hakîkatin sarfettikleri mürekkeb, şehîdlerin kanıyla muvâzene edilir; o kıymette olur.” İkincisi: مَنْ تَمَسَّكَ بِسُنَّت۪ي عِنْدَ فَسَادِ اُمَّت۪ي فَلَهُٓ اَجْرُ مِائَةِ شَه۪يدٍ ev kemâ kāl yani, “Bid‘aların ve dalâletlerin istîlâsı zamanında, sünnet-i seniyeye ve hakîkat-i Kur’âniyeye temessük edip hizmet eden, yüz şehîd sevabını kazanabilir.”Ey tenbellik damarıyla yazıdan usanan ve ey sofîmeşreb kardeşlerim! Bu iki hadîsin mecmûu gösterir ki: Böyle bir zamanda hakāik-i îmâniyeye ve esrâr-ı şerîata ve sünnet-i seniyeye hizmet eden mübârek hâlis kalemlerden akan siyah nûr ve âb-ı hayat hükmünde olan mürekkeblerin bir dirhemi, şühedânın yüz dirhem kanı hükmünde yevm-i mahşerde size fâide verebilir. Öyle ise, onu kazanmaya çalışınız. Eğer deseniz: “Hadîste âlim ta‘bîri var, biz bir kısmımız; yalnız kâtibiz.”Elcevab: Bir sene bu risâleleri ve bu dersleri anlayarak ve kabûl ederek okuyan; bu zamanın mühim, hakîkatli bir âlimi olabilir. Eğer anlamasa da, madem Risâle-i Nûr şâkirdlerinin bir şahs-ı ma‘nevîsi var, şübhesiz o şahs-ı ma‘nevî, bu zamanın mühim büyük bir âlimidir. Sizin kalemleriniz ise, o şahs-ı ma‘nevînin parmaklarıdır. Kendi nokta-i nazarımda liyâkatsiz olduğum halde, haydi hüsn-ü zannınıza binâen bu fakire bir üstâdlık ve tebeiyet noktasında bir âlim vaz‘iyetini verdiğinizden bağlanmışsınız. Ben ümmî ve kalemsiz olduğum için, sizin kalemleriniz benim kalemim sayılır, hadîste gösterilen ecri alırsınız.Saîdü’n-NûrsîHâşiye: Bu kıymetli mektubda Üstâdımızın işaret ettiği beş nevi‘ ibâdetin kendilerinden îzâhını taleb ettik. Aldığımız îzâh şöyledir: 1- En mühim bir mücâhede olan, ehl-i dalâlete karşı ma‘nen mücâhede etmek. 2- Üstâdına neşr-i hakîkat cihetinde yardım sûretiyle hizmet etmek. 3- Müslümanlara îmân cihetinde hizmet etmek. 4- Kalemle ilmi tahsîl etmek. 5- Bazen bir saati, bir sene ibâdet hükmüne geçen tefekkürî olan ibâdeti yapmaktır.Rüşdü Hüsrev Re’fet

  • İhlâsı kıran ve riyâya sevkeden pek çok esbâbdan iki üçünü muhtasaran beyân edeceğiz:Birincisi: Menfaat-i maddiye cihetinden gelen rekābet, yavaş yavaş ihlâsı kırar. Hem netice-i hizmeti de zedeler. Hem o maddî menfaati de kaçırır. Evet, hakîkat ve âhiret için çalışanlara karşı, bu millet bir hürmet, bir muâvenet fikrini dâimâ beslemiş. Ve bilfiil onların hakîkat-i ihlâslarına ve sâdıkâne olan hizmetlerine bir cihette iştirâk etmek niyetiyle, onların hâcât-ı maddiyelerinin tedârikiyle meşgul olup, vakitlerini zâyi‘ etmemeleri için, sadaka ve hediye gibi maddî menfaatlerle yardım edip, hürmet etmişler. Fakat bu muâvenet ve menfaat istenilmez, belki verilir. Hem kalben arzu edip muntazır kalmakla, lisân-ı hâl ile de istenilmez. Belki ummadığı bir halde verilir. Yoksa ihlâsı zedelenir. Hem وَلَا تَشْتَرُوا بِاٰيَات۪ي ثَمَنًا قَل۪يلاً âyetinin nehyine yanaşır, ameli kısmen yanar. İşte bu maddî menfaati arzu edip muntazır kalmak, sonra nefs-i emmâre hodgâmlık cihetiyle, o menfaati başkasına kaptırmamak için, hakîkî kardeşine ve o hususî hizmetteki arkadaşına karşı bir rekābet damarı uyandırır. İhlâsı zedelenir. Hizmet de kudsiyetini kaybeder. Ehl-i hakîkatin yanında sakîl bir vaz‘iyet alır. O maddî menfaati de kaybeder.Sayfa 172Her ne ise, bu hamur çok su götürür, kısa kesip; yalnız hakîkî kardeşlerimin içinde sırr-ı ihlâsı ve samîmî ittifâkı kuvvetleştirecek iki misâl söyleyeceğim.Birincisi: Ehl-i dünyâ, büyük bir servet ve şiddetli bir kuvvet elde etmek için, hatta bir kısım ehl-i siyâset ve hayat-ı ictimâiye-i beşeriyenin mühim âmilleri ve komiteleri, iştirâk-i emvâl düstûrunu kendilerine rehber etmişler. Bütün sû’-i isti‘mâlât ve zararlarıyla beraber, hârika bir kuvvet ve menfaat elde ediyorlar. Halbuki iştirâk-i emvâlin çok zararlarıyla beraber, iştirâk ile mâhiyeti değişmez. Herbirisi, umumuna gerçi bir cihette ve nezârette mâlik hükmündedirler; fakat istifâde edemezler. Her ne ise... Bu iştirâk-i emvâl düstûru a‘mâl-i uhreviyeye girse; zararsız, azîm menfaate medârdır. Çünkü bütün emvâl, o iştirâk eden herbir ferdin eline tamamen geçmesinin sırrını taşıyor. Çünkü nasıl ki dört beş adamdan iştirâk niyetiyle biri gazyağı, biri fitil, biri lâmba, biri şişe, biri kibrit getirip lâmbayı yaktılar. Herbiri tam bir lâmbaya mâlik oluyor. O iştirâk edenlerin herbirisinin bir duvarda büyük bir aynası varsa, herbirinin noksânsız, parçalanmadan birer lâmba, oda ile beraber aynasına girer. Aynen öyle de, emvâl-i uhreviyede sırr-ı ihlâs ile iştirâk ve sırr-ı uhuvvetle tesânüd ve sırr-ı ittihâd ile teşrîkü’l-mesâî; o iştirâk-i a‘mâlden hâsıl olan umum yekün ve umum nûr, herbirinin defter-i a‘mâline bitamâmihâgireceği, ehl-i hakîkat mâbeyninde meşhûd ve vâki‘dir; ve vüs‘at-i rahmet ve kerem-i İlâhînin muktezâsıdır.İşte ey kardeşlerim! Sizleri inşâallâh menfaat-i maddiye rekābete sevketmeyecek. Fakat menfaat-i uhreviye noktasında bir kısım ehl-i tarîkatin aldandıkları gibi, sizin de aldanmanız mümkündür. Fakat şahsî, cüz’î bir sevab nerede? Mezkûr misâl hükmündeki iştirâk-i a‘mâl noktasında tezâhür eden sevab nerede?İkinci Misâl: Ehl-i san‘at, netice-i san‘atı ziyâde kazanmak için, iştirâk-i san‘at cihetinde mühim bir servet elde ediyorlar. Hatta dikiş iğneleri yapan on adam, ayrı ayrı yapmaya çalışmışlar. O ferdî çalışmanın neticesi, her günde; yalnız üç iğne, o ferdî san‘atın meyvesi olmuş. Sonra teşrîkü’l-mesâî düstûruyla on adam birleşmişler. Biri demir getirip, biri ocak yakıp, biri delik açar, biri ocağa sokar, biri ucunu sivriltir ve hâkezâ... Herbirisi iğne yapmak san‘atında; yalnız cüz’î bir işle meşgul olup, iştigāl ettiği hizmet basit olduğundan ...

  • Dördüncü Düstûrunuz: Kardeşlerinizin meziyetlerini şahıslarınızda ve fazîletlerini kendinizde tasavvur edip, onların şerefleriyle şâkirâne iftihâr etmektir. Ehl-i tasavvufun mâbeyninde “fenâ fişşeyh, fenâ firresûl” ıstılâhâtı var.Sayfa 170Ben sofî değilim. Fakat onların bu düstûru, bizim mesleğimizde “fenâ fil’ihvân” sûretinde güzel bir düstûrdur. Kardeşler arasında buna “tefânî” denilir. Yani, birbirinde fânî olmaktır. Yani, kendi hissiyât-ı nefsâniyesini unutup, kardeşlerinin meziyât ve hissiyâtıyla fikren yaşamaktır. Zaten mesleğimizin esası uhuvvettir. Peder ile evlâd, şeyh ile mürîd mâbeynindeki vâsıta değildir. Belki hakîkî kardeşlik vâsıtalarıdır. Olsa olsa bir üstâdlık ortaya girer. Mesleğimiz “halîliye” olduğu için, meşrebimiz “hıllet” tir. Hıllet ise, en yakın dost ve en fedâkâr arkadaş ve en güzel takdîr edici yoldaş ve en civânmerd kardeş olmak iktizâ eder. Bu hılletin üssül’esâsı, samîmî ihlâstır. Samîmî ihlâsı kıran adam, bu hılletin en yüksek kulesinin başından sukūt eder. Gāyet derin bir çukura düşmek ihtimâli var. Ortada tutunacak yer bulamaz.Evet, yol iki görünüyor. Cadde-i kübrâ-yı Kur’âniye olan şu mesleğimizden şimdi ayrılanlar, bize düşman olan dinsizlik kuvvetine bilmeyerek yardım etmek ihtimâli var. İnşâallâh Risâle-i Nûr yoluyla Kur’ân-ı Mu‘cizü’l-Beyân’ın dâire-i kudsiyesine girenler; dâimâ nûra, ihlâsa, îmâna kuvvet verecekler; ve öyle çukurlara sukūt etmeyeceklerdir.Ey hizmet-i Kur’âniyede arkadaşlarım! İhlâsı kazanmanın ve muhâfaza etmenin en müessir sebeblerinden birisi, “râbıta-i mevt” tir. Evet, ihlâsı zedeleyen ve riyâya ve dünyaya sevkeden, tûl-ü emel olduğu gibi; riyâdan nefret veren ve ihlâsı kazandıran, râbıta-i mevttir. Yani, ölümünü düşünüp, dünyanın fânî olduğunu mülâhaza edip, nefsin desîselerinden kurtulmaktır. Evet, ehl-i tarîkat ve ehl-i hakîkat, Kur’ân-ı Hakîm’in كُلُّ نَفْسٍ ذَٓائِقَةُ الْمَوْتِ ٭ اِنَّكَ مَيِّتٌ وَاِنَّهُمْ مَيِّتُونَ gibi âyetlerinden aldıkları ders ile, râbıta-i mevti sülûklerinde esas tutmuşlar; tûl-ü emelin menşei olan tevehhüm-ü ebediyeti, o râbıta ile izâle etmişler. Onlar farazî ve hayâlî bir sûrette kendilerini ölmüş tasavvur ve tahayyül edip ve yıkanıyor, kabre konuyor, farz edip; düşüne düşüne nefs-i emmâre o tahayyül ve tasavvurdan müteessir olup uzun emellerinden bir derece vazgeçer.Bu râbıtanın fevâidi pek çoktur. Hadîste اَكْثِرُوا ذِكْرَ هَادِمِ اللَّذَّاتِ ev kemâ kāl yani, “Lezzetleri tahrîb edip acılaştıran ölümü çok zikrediniz!” diye, bu râbıtayı ders veriyor. Fakat mesleğimiz tarîkat olmadığından, belki hakîkat olduğu için, bu râbıtayı ehl-i tarîkat gibi farazî ve hayâlî bir sûrette yapmaya mecbûr değiliz.Sayfa 171Hem meslek-i hakîkate uygun gelmiyor. Belki âkıbeti düşünmek sûretinde, müstakbeli zaman-ı hâzıra getirmek değil; belki hakîkat noktasında, zaman-ı hâzırdan istikbâle fikren gitmek, nazaran bakmaktır. Evet, hiç hayâle, faraza lüzûm kalmadan bu kısa ömür ağacının başındaki tek meyvesi olan kendi cenazesine bakabilir. Onunla; yalnız kendi mevtini gördüğü gibi, bir parça öbür tarafa gitse, asrının ölümünü de görür; daha bir parça öbür tarafa gitse, dünyanın ölümünü de müşâhede eder, ihlâs-ı etemme yol açar.İkinci Sebebi: Îmân-ı tahkîkînin kuvvetiyle ve ma‘rifet-i Sâni‘i netice veren masnûâttaki tefekkür-ü îmânîden gelen lemeât ile, bir nevi‘ huzûr kazanıp, Hâlik-ı Rahîm’in hazır ve nâzır olduğunu düşünüp, ondan başkasının teveccühünü aramayarak; huzûrunda başkalarına bakmak ve başkalarından meded aramak, o huzûrun edebine muhâlif olduğunu düşünmekle, o riyâdan kurtulup ihlâsı kazanır. Her ne ise, bunda çok derecât-ı merâtib var. Herkes kendi hissesine göre ne kadar istifâde edebilse, o kadar kârdır. Risâle-i Nûr’da riyâdan kurtaracak ve ihlâsı kazandıracak çok hakāik zikredildiğinden ona havâle edip, burada kısa kesiyoruz.

  • İkinci Düstûrunuz: Bu hizmet-i Kur’âniyede bulunan kardeşlerinizi tenkîd etmemek ve onların üstünde fazîletfurûşluk nev‘inden gıbta damarını tahrîk etmemektir. Çünkü nasıl, insanın bir eli, diğer eline rekābet etmez; bir gözü, bir gözünü tenkîd etmez; dili, kulağına i‘tirâz etmez; kalb, ruhun ayıbını görmez; belki birbirinin noksânını ikmâl eder, kusurunu örter, ihtiyâcına yardım eder, vazîfesine muâvenet eder. Yoksa, o vücûd-u insanın hayatı söner, ruhu kaçar, cismi de dağılır. Hem nasıl ki bir fabrikanın çarkları, birbiriyle rekābet-kârâne uğraşmaz, birbirinin önüne tekaddüm edip tahakküm etmez, birbirinin kusurunu görerek tenkîd edip sa‘ye şevkini kırıp atâlete uğratmaz. Belki bütün isti‘dâdlarıyla, birbirinin hareketini umûmî maksada tevcîh etmek için yardım ederler, hakîkî bir tesânüd ve bir ittifâkla gāye-i hilkatlerineSayfa 168yürürler. Eğer zerre mikdar bir taarruz, bir tahakküm karışsa; o fabrikayı karıştıracak, neticesiz, akîm bırakacak. Fabrika sâhibi de o fabrikayı bütün bütün kırıp dağıtacak.İşte ey Risâle-i Nûr şâkirdleri ve Kur’ân’ın hizmetkârları! Sizler ve bizler, öyle bir insan-ı kâmil ismine lâyık bir şahs-ı ma‘nevînin a‘zâlarıyız. Ve hayat-ı ebediye içindeki saadet-i ebediyeyi netice veren bir fabrikanın çarkları hükmündeyiz. Ve sâhil-i selâmet olan dârusselâma ümmet-i Muhammediyeyi (asm) çıkaran bir sefîne-i Rabbâniyede çalışan hademeleriz. Elbette dört ferdden, bin yüz on bir kuvvet-i ma‘neviyeyi te’mîn eden sırr-ı ihlâsı kazanmakla, tesânüd ve ittihâd-ı hakîkîye muhtacız ve mecbûruz.Evet, üç elif ittihâd etmezse, üç kıymeti var. Eğer sırr-ı adediyet ile ittihâd etse, yüz on bir kıymet alır. Dört kerre dört ayrı ayrı olsa, on altı kıymeti var. Eğer sırr-ı uhuvvet ve ittihâd-ı maksad ve ittifâk-ı vazîfe ile tevâfuk edip bir çizgi üstünde omuz omuza verseler, o vakit dörtbin dörtyüz kırk dört kuvvetinde ve kıymetinde olduğu gibi; hakîkî sırr-ı ihlâs ile, on altı fedâkâr kardeşlerin kıymet ve kuvve-i ma‘neviyesi dört binden geçtiğine, pek çok vukūât-ı târîhiye şehâdet ediyor. Bu sırrın sırrı şudur ki: Hakîkî ve samîmî bir ittifâkta herbir ferd, sâir kardeşlerinin gözüyle de bakabilir ve kulaklarıyla da işitebilir. Güya on hakîkî müttehid adamın herbiri, yirmi gözle bakıyor, on akıl ile düşünüyor, yirmi kulakla işitiyor, yirmi el ile çalışıyor bir tarzda ma‘nevî kıymeti ve kuvvetleri vardır. (Hâşiye)Hâşiye: Evet, sırr-ı ihlâs ile samîmî tesânüd ve ittihâd, hadsiz menfaate medâr olduğu gibi; korkulara, hatta ölüme karşı da en mühim bir siper ve bir nokta-i istinâddır. Çünkü ölüm gelse, bir ruhu alır. Sırr-ı uhuvvet-i hakîkiye ile rızâ-yı İlâhî yolunda, âhirete müteallik işlerde, kardeşleri adedince ruhları olduğundan biri ölse, “Diğer ruhlarım sağ kalsınlar; zîrâ o ruhlar, her vakit sevabları bana kazandırmakla ma‘nevî bir hayatı idâme ettiklerinden, ben ölmüyorum” diyerek, ölümü gülerek karşılar. Ve “O ruhlar vâsıtasıyla sevab cihetinde yaşıyorum; yalnız günah cihetinde ölüyorum” der, rahatla yatar.Sayfa 169Üçüncü Düstûrunuz: Bütün kuvvetinizi ihlâsta ve hakta bilmelisiniz. Evet, kuvvet haktadır ve ihlâstadır. Haksızların kuvveti dahi, haksızlıkları içinde gösterdikleri ihlâs ve samîmiyet yüzünden kuvvet kazanıyorlar. Evet, kuvvet hakta ve ihlâsta olduğuna bir delil, şu hizmetimizdir. Bu hizmetimizde bir parça ihlâs, bu da‘vâyı isbat eder ve kendi kendine delil olur. Çünkü yirmi seneden fazla kendi memleketimde ve İstanbul’da ettiğimiz hizmet-i ilmiye ve diniyeye mukābil, burada sizinle yedi sekiz senede yüz derece fazla edildi. Halbuki, kendi memleketimde ve İstanbul’da, burada benimle çalışan kardeşlerimden yüz, belki bin derece fazla yardımcılarım varken, burada ben yalnız, kimsesiz, garib, yarım ümmî, insâfsız me’murların tarassudât ve tazyîkātları altında yedi sekiz sene sizinle ettiğim hizmette; eski hizmetten yüz derece fazla muvaffakıyeti gösteren ma‘nevî kuvvet, sizlerdeki ihlâstan geldiğine kat‘iyen şübhem kalmadı.

  • İhlâs hakkındadır.Onyedinci Lem‘a’nın Onyedinci Nota’sının yedi mes’elesinden Dördüncü Mes’elesi iken, ihlâs münâsebetiyle Yirminci Lem‘a’nın İkinci Noktası oldu. Nûrâniyetine binâen Yirmibirinci Lem‘a olarak Lemeât’a girdi. Bu lem‘a, lâakal on beş günde bir def‘a okunmalıdır.بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِوَلَا تَنَازَعُوا فَتَفْشَلُوا وَتَذْهَبَ ر۪يحُكُمْ ٭ وَقُومُوا لِلّٰهِ قَانِت۪ينَ ٭ قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰيهٰا ٭ وَقَدْ خَابَ مَنْ دَسّٰيهَا ٭ وَلَا تَشْتَرُوا بِاٰيَات۪ي ثَمَنًا قَل۪يلاًEy âhiret kardeşlerim! Ve ey hizmet-i Kur’âniyede arkadaşlarım! Bilirsiniz ve biliniz! Bu dünyada, hususan uhrevî hizmetlerde en mühim bir esas, en büyük bir kuvvet, en makbûl bir şefâatçi, en metîn bir nokta-i istinâd, en kısa bir tarîk-i hakîkat, en makbûl bir duâ-yı ma‘nevî, en kerâmetli bir vesîle-i makāsıd, en yüksek bir haslet, en sâfî bir ubûdiyet, ihlâstır. Madem ihlâsta mezkûr hâssalar gibi çok nûrlar var ve çok kuvvetler var. Ve madem bu müdhiş zamanda ve dehşetli düşmanlar mukābilinde ve şiddetli tazyîkāt karşısında ve savletli bid‘alar ve dalâletler içerisinde, bizler gāyet az ve zayıf ve fakir ve kuvvetsiz olduğumuz halde, gāyet ağır ve büyük ve umûmî ve kudsî bir vazîfe-i îmâniye ve hizmet-i Kur’âniye, omuzumuza ihsân-ı İlâhî tarafından konulmuştur. Elbette herkesten ziyâde bütün kuvvetimizle ihlâsı kazanmaya mecbûr ve mükellefiz.Sayfa 167Ve ihlâsın sırrını kendimizde yerleştirmek için, gāyet derecede muhtacız. Yoksa hem şimdiye kadar kazandığımız hizmet-i kudsiye kısmen zâyi‘ olur, devam etmez; hem şiddetli mes’ûl oluruz. وَلَا تَشْتَرُوا بِاٰيَات۪ي ثَمَنًا قَل۪يلاً âyetindeki şiddetli tehdîdkârâne nehy-i İlâhîye mazhar olup, saadet-i ebediye zararına ma‘nâsız, lüzûmsuz, zararlı, kederli, hodfurûşâne, sakîl, riyâkârâne bazı hissiyât-ı süfliyenin ve menâfi‘-i cüz’iyenin hâtırı için ihlâsı kırmakla; hem bu hizmetteki umum kardeşlerimizin hukukuna tecâvüz, hem hizmet-i Kur’âniyenin hürmetine taarruz, hem hakāik-i îmâniyenin kudsiyetine hürmetsizlik etmiş oluruz.Ey kardeşlerim! Mühim ve büyük bir umûr-u hayriyenin çok muzır mâni‘leri olur. Şeytanlar, o hizmetin hâdimleriyle çok uğraşırlar. Bu mâni‘lere ve bu şeytanlara karşı, ihlâs kuvvetine dayanmak gerektir. İhlâsı kıracak esbâbdan; yılandan, akrebden çekindiğiniz gibi çekininiz! Hazret-i Yûsuf Aleyhisselâm: اِنَّ النَّفْسَ لَاَمَّارَةٌ بِالسُّٓوءِ اِلَّا مَا رَحِمَ رَبّ۪ي demesiyle, nefs-i emmâreye i‘timâd edilmez. Enâniyet ve nefs-i emmâre, sizi aldatmasın. İhlâsı kazanmak ve muhâfaza etmek ve mâni‘leri def‘etmek için, gelecek düstûrlar rehberiniz olsun.Birinci Düstûrunuz: Amelinizde rızâ-yı İlâhî olmalı. Eğer o râzı olsa, bütün dünya küsse, ehemmiyeti yok. Eğer o kabûl etse, bütün halk reddetse, te’sîri yok. O râzı olduktan ve kabûl ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktizâ ederse, sizler istemek talebinde olmadığınız halde, halklara da kabûl ettirir, onları da râzı eder. Onun için, bu hizmette doğrudan doğruya; yalnız, Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını esas maksad yapmak gerektir.

  • Yedinci Sebeb: Ehl-i hak ve hakîkatin ihtilâfı ve rekābetleri, kıskançlıktan ve hırs-ı dünyâdan gelmediği gibi; ehl-i dünyânın ve ehl-i gafletin ittifâkları dahi, civânmerdlikten ve ulüvv-ü cenâblıktan değildir. Belki ehl-i hakîkat, hakîkatten gelen ulüvv-ü cenâblığı ve ulüvv-ü himmeti ve tarîk-i hakta memduh olan müsâbakayı tam muhâfaza edemediklerinden ve nâ-ehillerin girmesi yüzünden bir derece sû’-i isti‘mâl ettiklerinden; rekābetkârâne ihtilâfa düşüp hem kendilerine, hem cemâat-i İslâmiyeye ehemmiyetli zarar olmuştur. Ehl-i gaflet ve ehl-i dalâlet ise, meftun oldukları menfaatlerini kaçırmamak ve menfaat için perestiş ettikleri reislerini ve arkadaşlarını küstürmemek için, zilletlerinden, nâmerdliklerinden, hamiyetsizliklerinden mutlak arkadaşlarıyla, hatta denî ve hâin ve muzır dahi olsalar hâlisâne ittihâd edip, menfaatleri etrafında toplananlar, ne şekilde olursa olsun, şerîkleriyle samîmâne ittifâk ederler. Samîmiyet neticesi olarak istifâde ederler.İşte ey musibetzede ve ihtilâfa düşmüş ehl-i hak ve ashâb-ı hakîkat! Bu musibet zamanında ihlâsı kaçırdığınızdan ve rızâ-yı İlâhîyi münhasıran gāye-i maksad yapmadığınızdan, ehl-i hakkın bu zillet ve mağlûbiyetine sebebiyet verdiniz. Umûr-u dîniyeSayfa 164ve uhreviyede rekābet, gıbta, hased ve kıskançlık olmamalı ve hakîkat nokta-i nazarında olamaz. Çünkü kıskançlık ve hasedin sebebi, bir tek şeye çok eller uzanmasından ve bir tek makama çok gözler dikilmesinden ve bir tek ekmeği çok mideler istemesinden, müzâhame ve münâkaşa ve müsâbaka sebebiyle gıbtaya, sonra kıskançlığa düşerler. Dünyada bir şey’-i vâhide çoklar tâlib olduğundan ve dünya dar ve muvakkat olması sebebiyle, insanın hadsiz arzularını tatmîn edemediği için, rekābete düşüyorlar. Fakat âhirette tek bir adama, beş yüz (Hâşiye) sene mesâfelik bir cennet ihsân edilmesi ve yetmiş bin kasır ve hûriler verilmesi ve ehl-i cennetten herkes kendi hissesinden kemâl-i rızâ ile memnun olması işaretiyle gösteriliyor ki,Hâşiye: Mühim bir taraftan ehemmiyetli bir suâl: Rivâyette gelmiş ki: “Cennette bir adama beş yüz senelik bir cennet verilir.” Bu hakîkat akl-ı dünyevînin havsalasında nasıl yerleşir? Elcevab: Nasıl ki bu dünyada herkesin, dünya kadar hususî ve muvakkat bir dünyası var. Ve o dünyanın direği, onun hayatıdır. Zâhirî ve bâtınî duygularıyla o dünyasından istifâde eder. “Güneş bir lâmbam, yıldızlar mumlarımdır” der. Başka mahlûkātın ve zîruhların bulunmaları, o adamın mâlikiyetine mâni‘ olmadıkları gibi, bil’akis onun hususî dünyasını şenlendiriyorlar, zînetlendiriyorlar. Aynen öyle de, fakat bundan binler derece yüksek, herbir mü’minin cennette binler kasır ve hûrileri ihtivâ eden hâs bahçesinden başka, umûmî cennetten beş yüz sene genişliğinde birer hususî cenneti vardır. Derecesi nisbetinde inkişâf eden hissiyâtıyla, duygularıyla cennete ve ebediyete lâyık bir sûrette istifâde eder. Başkaların iştirâki, onun mâlikiyetine ve istifâdesine noksân vermedikleri gibi, kuvvet verirler. Ve hususî ve geniş cennetini zînetlendiriyorlar. Evet, bu dünyada bir adam, bir saatlik bir bahçeden ve bir günlük bir seyrângâhtan ve bir aylık memleketten ve bir senelik bir mesîregâhta seyahatinden; ağzıyla, kulağıyla, gözüyle, zevkiyle, zâikasıyla, sâir duygularıyla istifâde ettiği gibi; aynen öyle de, fakat bir saatlik bir bahçeden ancak istifâde eden bu fânî memleketteki kuvve-i şâmmeve kuvve-i zâika, o bâkî memlekette bir senelik bahçeden aynı istifâdeyi eder. Ve burada bir senelik mesîregâhtan ancak istifâde edebilen bir kuvve-i bâsıra ve kuvve-i sâmia, orada beş yüz senelik mesîregâhtaki seyahatten; o haşmetli, baştan başa zînetli memlekete lâyık bir tarzda istifâde eder. Her mü’min derecesi nisbetinde ve dünyada kazandığı sevablar ve haseneler nisbetinde inbisât ve inkişâf eden duygularıyla zevk alır, telezzüz eder, müstefîd olur.Sayfa 165âhirette medâr-ı rekābet bir şey yoktur ve rekābet de olamaz. Öyle ise, âhirete âit olan a‘mâl-i sâlihada dahi rekābet olamaz; kıskançlık yeri değildir. ...

  • Altıncı Sebeb: Ehl-i hakkın ihtilâfı nâmerdliklerinden, himmetsizliklerinden, hamiyetsizliklerinden olmadığı gibi; gafletli ehl-i dünyânın ve ehl-i dalâletin, hayat-ı dünyeviyeye âit işlerde samîmâne ittifâkları dahi merdlikten, hamiyetten, himmetten değildir. Belki o ehl-i hak, ekseriyetle âhirete âit olan fâideleri düşünmekle, o ehemmiyetli ve kesretli mes’elelere hamiyeti, himmeti, merdliği inkısâm eder. Hakîkî sermaye olan vaktini bir mes’eleye sarfetmediği için, meslektaşlarıyla ittifâkı muhkemleşmiyor. Çünkü mes’eleler çok, dâire dahi geniştir. Gafletli ehl-i dünyâ ise, yalnız hayat-ı dünyâyı düşündüklerinden, bütün hissiyâtlarıyla ve ruh ve kalbleriyle şiddetli bir sûrette hayat-ı dünyeviyeye âit mes’elelere sarılırlar. Ve o mes’elede onlara yardım edenlere kuvvetli yapışırlar. Ve hakîkat nokta-i nazarında beş paraya değmeyen; ve ehl-i hakkın ona, on para kıymet vermediği mes’elelere, dîvâne olmuş elmasçı bir yahûdînin beş paralık cam parçasına beş lira fiyat verdiği gibi, beş yüz lira kıymetindeki vakitlerini o mes’eleye hasrederler. Elbette bu kadar fiyat verip şiddetli hissiyât ile sarılmak, bâtıl yolunda da olsa, samîmî bir ihlâs olduğundan, o mes’elede muvaffak olurlar ve ehl-i hakka galebe ederler. Bu galebe neticesinde ehl-i hak, zillete ve mahkûmiyete ve tasannua ve riyâya düşüp, ihlâsı kaybeder. O nâmerd, himmetsiz, hamiyetsiz bir kısım ehl-i dünyâya dalkavukluk etmeye mecbûr olur.Ey ehl-i hak! Ve ey hakperest ehl-i şerîat ve ehl-i hakîkat ve ehl-i tarîkat! Bu müdhiş maraz-ı ihtilâfa karşı, birbirinizin kusurunu görmeyiniz. Yekdiğerinizin ayıbına karşı, gözlerinizi yumunuz. وَاِذَا مَرُّوا بِاللَّغْوِ مَرُّوا كِرَامًا Edeb-iSayfa 163Furkānîyle edebleniniz. Ve hâricî düşmanın hücumunda, dâhilî münâkaşâtı terketmek; ve ehl-i hakkı sukūttan ve zilletten kurtarmayı en birinci ve en mühim bir vazîfe-i uhreviye telakkî edip, yüzer âyât ve ehâdîs-i Nebeviyenin şiddetle emrettikleri uhuvvet, muhabbet ve teâvünü yapıp, bütün hissiyâtınızla ehl-i dünyâdan daha şiddetli bir sûrette meslektaşlarınızla ve dindaşlarınızla ittifâk ediniz. Yani, ihtilâfa düşmeyiniz.“Böyle küçük mes’eleler için kıymetdar vaktimi sarf etmekten ise, o çok ehemmiyetli vaktimi zikir ve fikir gibi kıymetdar şeylere sarf edeceğim” deyip, ittifâkı zayıflaştırmayınız. Çünkü ma‘nevî cihadda küçük mes’ele zannettiğiniz, çok büyük olabilir. Bir neferin, mühim bir saatte hususî şerâit altındaki nöbeti, bir sene ibâdet hükmüne bazen geçmesi gibi, bu ehl-i hakkın mağlûbiyeti zamanında, ma‘nevî mücâhede mesâilinde, küçük bir mes’eleye sarf olunan senin kıymetdar bir günün, o neferin o saati gibi bin derece kıymet alabilir, bir günün bin gün olabilir. Madem livechillâhtır; o işin küçüğüne büyüğüne, kıymetli ve kıymetsizliğine bakılmaz. İhlâs ve rızâ-yı İlâhî yolunda zerre, yıldızlar gibi olur. Vesîlenin mâhiyetine bakılmaz, neticesine bakılır. Madem neticesi rızâ-yı İlâhîdir ve mayası ihlâstır; o, küçük değil, büyüktür.

  • Dördüncü Sebeb: Ehl-i hidâyetin rekābetkârâne ihtilâfı, âkıbeti düşünmemekten ve kasr-ı nazardan olmadığı gibi; ehl-i dalâletin samîmâne ittifâkları, âkıbet-endîşlikten ve yüksek nazardan değildir. Belki ehl-i hidâyet, hak ve hakîkatin te’sîriyle, nefsin kör hissiyâtına kapılmayarak, kalbin ve aklın dûr-endişâne temâyülâtına tâbi‘ olmakla beraber, istikameti ve ihlâsı muhâfaza edemediklerinden, o yüksek makamı muhâfaza edemeyip ihtilâfa düşüyorlar. Ehl-i dalâlet ise, nefsin ve hevânın te’sîriyle, kör ve âkıbeti görmeyen ve bir dirhem hazır lezzeti bir batman ilerideki lezzete tercîh eden hissiyâtın mukteziyâtıyla, birbirine samîmî olarak, muaccel bir menfaat ve hazır bir lezzet için şiddetli ittifâk ediyorlar. Evet, dünyevî ve hazır lezzet ve menfaat etrafında, aşağı, kalbsiz nefisperestler, samîmî ittifâk ve ittihâd ediyorlar. Ehl-i hidâyet, âhirete âit ve ileriye müteallik semerât-ı uhreviyeye ve kemâlâta, kalb ve aklın yüksek düstûruyla müteveccih oldukları için, esaslı bir istikamet ve tam bir ihlâs ve gāyet fedâkârâne bir ittihâd ve ittifâk olabilirken, enâniyetten tecerrüd edemedikleri için, ifrât ve tefrît yüzünden, ulvî bir menba‘-ı kuvvet olan ittifâkı kaybedip, ihlâs da kırılır, vazîfe-i uhreviye de zedelenir. Kolayca rızâ-yı İlâhî de elde edilmez.Bu mühim marazın merhemi ve ilacı, اَلْحُبُّ فِي اللّٰهِ sırrıyla tarîk-i hakta gidenlere refâkatle iftihâr etmek ve arkalarından gitmek ve imamlık şerefini onlara bırakmak ve o hak yolunda kim olursa olsun kendinden daha iyi olduğunun ihtimâliyle enâniyetten vazgeçip ihlâsı kazanmak ve ihlâs ile bir dirhem amel, ihlâssız batmanlarla amellere râcih olduğunu bilmekle ve tâbiiyeti dahi sebeb-i mes‘ûliyet ve hatarlı olan metbûiyete tercîh etmekle, o marazdan kurtulur ve ihlâsı kazanır, vazîfe-i uhreviyesini hakkıyla yapabilir.Beşinci Sebeb: Ehl-i hidâyetin ihtilâfı ve adem-i ittifâkı zaaflarından olmadığı gibi; ehl-i dalâletin kuvvetli ittifâkı da kuvvetlerinden değildir. Belki ehl-i hidâyetin ittifâksızlığı, îmân-ı kâmilden gelen nokta-i istinâd ve nokta-i istinâddan neş’et eden kuvvetten ileri geldiği gibi; ehl-i gaflet ve ehl-i dalâletin ittifâkları, kalben nokta-i istinâd bulamadıkları için zaaf ve aczlerinden ileri gelmiştir. Çünkü zayıflar, ittifâka muhtaç oldukları için, kuvvetli ittifâk ederler. Kavîler ihtiyâcı tam hissetmediklerinden, ittifâkları zayıftır. Arslanlar, tilkiler gibi ki, bu hayvanlar, ittifâka muhtaç olmadıkları için ferdî yaşıyorlar. Yabânî keçiler, kurtlardan muhâfaza için, bir sürü teşkîl ederler. Demek zayıfların cem‘iyeti ve şahs-ı ma‘nevîsi, kavî olduğu gibi, (Hâşiye) kavîlerin cem‘iyeti ve şahs-ı ma‘nevîsi ise, zayıftır.Bu sırra bir işâret-i latîfe ve zarîf bir nükte-i Kur’âniyedir ki ferman etmiş: وَقَالَ نِسْوَةٌ فِي الْمَد۪ينَةِ müenneslerin cemâatine, iki katlı müennes olduğu halde, müzekker fiili olan قَالَ buyurması; hem وَقَالَتِ الْاَعْرَابُ buyurmakla müzekkerlerin cemâatine, müennes fiili olan قَالَتْ ta‘bîriyle, latîfâne işaret ediyor ki, zayıf ve halîm ve yumuşak kadınların cem‘iyeti kuvvetleşir, sertlik ve şiddet kesbedip bir nevi‘ racûliyet kazanır. Onun için müzekker fiilini iktizâ ettiğinden وَقَالَ نِسْوَةٌ ta‘bîri, gāyet güzel düşmüştür. Erkeklerin ise, hususan bedevî ve a‘râb olsalar, kuvvetlerine güvendikleri için cem‘iyetleri zayıf olup, hem ihtiyâtkârlık, hem yumuşaklık vaz‘iyetini aldığından, bir nevi‘ kadınlık hâsiyeti takındıkları için, müennes fiilini iktizâ ettiğinden قَالَتِ الْاَعْرَابُ buyurmakla müennes fiiliyle ta‘bîri, tam yerinde olmuştur.Evet, ehl-i hak, gāyet kuvvetli bir nokta-i istinâd olan îmân-ı billâhtan gelen tevekkül ve teslîm ile, başkalara arz-ı ihtiyaç edip, muâvenet ve yardımlarını istemez. İstese de gāyet fedâkârâne yapışmaz. Ehl-i dünyâ, dünya işlerinde hakîkî nokta-i istinâdlarından gaflet ettiklerinden, zaaf ve acze düşüp, şiddetli bir sûrette yardımcılara ihtiyaçlarını hissederler,...

  • İkinci Sebeb: Ehl-i dalâletin zilletindendir ittifâkları. Ehl-i hidâyetin izzetindendir ihtilâfları. Yani ehl-i gaflet olan ehl-i dünyâ ve ehl-i dalâlet, hak ve hakîkate istinâd etmedikleri için zayıf ve zelîldirler. Tezellül için, kuvvet almaya muhtaçtırlar. Bu ihtiyaç için de başkasının muâvenet ve ittifâkına samîmî yapışır. Hatta meslekleri dalâlet ise de, yine ittifâkı muhâfaza ederler. Âdetâ o haksızlıkta bir hakperestlik, o dalâlette bir ihlâs, o dinsizlikte dinsizdârâne bir taassub ve o nifâkta bir vifâk yaparlar ve muvaffak olurlar. Çünkü samîmî bir ihlâs, şerde dahi olsa, neticesiz kalmaz. Evet, ihlâs ile kim ne isterse Allah verir. (Hâşiye-2)Ama ehl-i hidâyetve diyânet; ve ehl-i ilim ve tarîkat, hak ve hakîkate istinâd ettikleri için ve herbiri bizzât tarîk-i hakta yalnız Rabbisini düşünüp, tevfîkine i‘timâd ederek gittiklerinden, ma‘nen o meslekten gelen izzetleri var. Zaaf hissettiği vakit;Hâşiye-1: Sahâbelerin senâ-yı Kur’ânîye mazhar olan “îsâr hasletini” kendine rehber etmek. Yani, hediye ve sadakanın kabûlünde başkasını kendine tercîh etmek ve hizmet-i dîniyenin mukābilinde gelen menfaat-i maddiyeyi istemeden ve kalben taleb etmeden, sırf bir ihsân-ı İlâhî bilmek, nâstan minnet almayarak ve hizmet-i dîniyenin mukābilinde de almamaktır. Çünkü hizmet-i dîniyenin mukābilinde dünyada bir şey istenilmemeli ki, ihlâs kaçmasın. Çendân hakları var, ümmet onların maîşetlerini te’mîn etsin. Hem zekâta da müstehaktırlar. Fakat bu istenilmez, belki verilir. Verildiği vakitte de, “Hizmetimin ücretidir” denilmez. Mümkün olduğu kadar kanâatkâr olmakla, başka ehil ve daha müstehak olanın nefsini kendi nefsine tercîh etmekle, وَيُؤْثِرُونَ عَلٰٓي اَنْفُسِهِمْ وَلَوْ كَانَ بِهِمْ خَصَاصَةٌ sırrına mazhar olmakla bu müdhiş tehlikeden kurtulup ihlâsı kazanabilir.Hâşiye-2: Evet, مَنْ طَلَبَ وَجَدَّ وَجَدَ bir düstûr-u hakîkattir. Külliyeti ve genişliği, mesleğimize de şâmil olabilir.Sayfa 158insanların yerine, Rabbisine mürâcaat eder, meded ondan ister. Ve meşreblerin ihtilâfıyla, zâhir meşrebine muhâlif olana karşı muâvenet ihtiyâcını tam hissetmez, ittifâka ihtiyâcını göremez. Belki hodgâmlık ve enâniyet varsa; kendini haklı, muhâlifini haksız tevehhüm ederek, ittifâk ve muhabbet yerine, ihtilâf ve rekābet ortaya girer. İhlâsı kaçırır, vazîfesi zîr u zeber olur. İşte bu müdhiş sebebin verdiği vahîm neticeleri görmemenin yegâne çaresi, dokuz emirdir.1- Müsbet hareket etmektir. Yani kendi mesleğinin muhabbetiyle hareket etmek. Başka mesleklerin adâveti ve başkaların tenkîsi, onun fikrine ve ameline müdâhale etmesin, onlarla meşgul olmasın.2- Dâire-i İslâmiyet içinde hangi meşrebde olursa olsun, medâr-ı muhabbet ve uhuvvet ve ittifâk olacak çok râbıta-i vahdet bulunduğunu düşünüp, ittifâk etmek.3- Haklı her meslek sâhibinin başkasının mesleğine ilişmemek cihetinde hakkı: “Mesleğim haktır” yahud “Daha güzeldir” diyebilir. Yoksa başkasının mesleğinin haksızlığını veya çirkinliğini îmâ eden, “Hak, yalnız benim mesleğimdir” veyahud “Güzel, benim meşrebimdir” diyemez, olan insâf düstûrunu rehber etmek.4- Ehl-i hakla ittifâk etmek, tevfîk-i İlâhînin bir sebebi ve diyânetteki izzetin bir medârı olduğunu düşünmek.5- Hem ehl-i dalâlet ve haksızlık, tesânüd sebebiyle cemâat sûretindeki kuvvetli bir şahs-ı ma‘nevînin dehâsıyla hücumu zamanında, o şahs-ı ma‘nevîye karşı en kuvvetli ferdi olan mukāvemetin mağlûb düştüğünü anlayıp, ehl-i hak tarafındaki ittifâkla bir şahs-ı ma‘nevî çıkarıp, o müdhiş şahs-ı ma‘nevî-i dalâlete karşı, hakkāniyeti muhâfaza ettirmek.6- Hakkı, bâtılın savletinden kurtarmak için nefsini,7- Ve enâniyetini,8- Ve yanlış düşündüğü izzetini,9- Ehemmiyetsiz rekābetkârâne hissiyâtını terketmekle ihlâsı kazanır, vazîfesini hakkıyla îfâ eder. (Hâşiye)Hâşiye: Hatta hadîs-i sahîhle, âhir zamanda Îsevîlerin hakîkî dindârları, ehl-i Kur’ân ile ittifâk edip, müşterek düşmanları olan zındıkaya karşı dayanacakları gibi; şu zamanda dahi ehl-i diyânet ve ehl-i hakîkat, değil yalnız ...

  • YİRMİNCİ LEM‘Aİhlâs hakkındadır.Onyedinci Lem‘a’nın Onyedinci Notası’nın beş noktadan ibâret olan İkinci Mes’elesi’nin Birinci Noktası iken, ehemmiyetine binâen Yirminci Lem‘a oldu.Tenbîh: Bu mübârek Isparta’nın medâr-ı şükrân bir hüsn-ü tâliidir ki, ondaki ehl-i takvâ ve ehl-i tarîkat ve ehl-i ilminsâir yerlere nisbeten rekābetkârâne ihtilâfları görünmüyor. Gerçi lâzım olan hakîkî muhabbet ve ittifâk yoksa da, zararlı muhâlefet ve rekābet de başka yerlere nisbeten yoktur. بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ ٭ اِنَّٓا اَنْزَلْنَٓا اِلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ فَاعْبُدِ اللّٰهَ مُخْلِصًا لَهُ الدّ۪ينَ ٭ اَلَا لِلّٰهِ الدّ۪ينُ الْخَالِصُ âyetiyle هَلَكَ النَّاسُ اِلَّا الْعَالِمُونَ وَهَلَكَ الْعَالِمُونَ اِلَّا الْعَامِلُونَ وَهَلَكَ الْعَامِلُونَ اِلَّاالْمُخْلِصُونَ وَالْمُخْلِصُونَ عَلٰي خَطَرٍ عَظ۪يمٍ ev kemâ kāl Hadîs-i şerîfi, ikisi de ihlâs, İslâmiyet’te ne kadar mühim bir esas olduğunu gösteriyorlar. Bu ihlâs mes’elesinin hadsiz nüktelerinden; yalnız beş noktayı muhtasaran beyân edeceğiz.Birinci Nokta: Mühim ve müdhiş bir suâl: Neden ehl-i dünyâ ve ehl-i gaflet, hatta ehl-i dalâlet ve ehl-i nifâk,Sayfa 156rekābetsiz ittifâk ettikleri halde, ehl-i hak ve ehl-i vifâkolan ashâb-ı diyânet ve ehl-i ilim ve ehl-i tarîkat, neden rekābetli ihtilâf ediyorlar? İttifâk ehl-i vifâkın hakkı iken ve hilâf ehl-i nifâkın lâzımı iken, neden bu hak oraya geçti ve şu haksızlık buraya geldi?Elcevab: Bu elîm ve fecî‘ ve ehl-i hamiyeti ağlattıracak hâdise-i müdhişenin pek çok esbâbından yedi sebebini beyân ederiz.Birinci Sebeb: Ehl-i hakkın ihtilâfı hakîkatsizlikten gelmediği gibi, ehl-i gafletin ittifâkı da hakîkatdârlıktan değildir. Belki, ehl-i dünyânın ve ehl-i siyâsetin ve ehl-i mekteb gibi hayat-ı ictimâiyenin tabakātında birer muayyen vazîfe ile ve hâs bir hizmetle meşgul olan tâifelerin ve cemâatlerin ve cem‘iyetlerin vazîfeleri taayyün edip ayrılmış. Ve o vezâif mukābilinde alacakları maîşet noktasındaki maddî ücret ve hubb-u câh ve şân ve şeref noktasında teveccüh-ü nâstan (Hâşiye) alacakları ma‘nevî ücretleri taayyün etmiş, ayrılmış. Müzâhame ve münâkaşayı ve rekābeti intâc edecek derecede bir iştirâk yok. Onun için, bunlar ne kadar fenâ meslekte de gitseler, birbiriyle ittifâk edebilirler.Ama ehl-i dîn ve ashâb-ı ilim ve erbâb-ı tarîkat ise, bunların herbirinin vazîfesi umuma baktığı gibi, muaccel ücretleri de taayyün ve tahassus etmiyor ve herbirinin makam-ı ictimâîde ve teveccüh-ü nâsta ve hüsn-ü kabûldeki hisseleri de tahassus etmediğinden, bir makama çoklar nâmzed olur. Ve maddî ve ma‘nevî herbir ücrete, çok eller uzanabilir. O noktadan müzâhame ve rekābet tevellüd edip, vifâkı nifâka, ittifâkı ihtilâfa tebdîl eder. İşte bu müdhiş marazın merhemi ve ilacı, ihlâstır. Yani hakperestliği nefisperestliğe tercîh etmekle ve hakkın hâtırı, nefsin ve enâniyetin hâtırına gālib gelmekleHâşiye: İhtâr: Teveccüh-ü nâs istenilmez, belki verilir. Verilse de onunla hoşlanılmaz. Hoşlanılsa, ihlâsı kaybeder, riyâya girer. Şân ve şeref arzusuyla gelen teveccüh-ü nâs ise; ücret ve mükâfât değildir. Belki ihlâssızlık yüzünden gelen bir itâb ve bir mücâzâttır. Evet, amel-i sâlihin hayatı olan ihlâsın zararına teveccüh-ü nâs ve şân ve şeref, kabir kapısına kadar olan muvakkat bir lezzet-i cüz’iyeye mukābil, kabrin öbür tarafında azâb-ı kabir gibi nâhoş bir şekil aldığından, teveccüh-ü nâsı arzu etmek değil, belki ondan ürkmek ve kaçınmak lâzımdır. Şöhretperestlerin ve şân ve şeref peşinde koşanların kulakları çınlasın!اِنْ اَجْرِيَ اِلَّا عَلَي اللّٰهِ sırrına mazhar olup, nâstan gelen maddî ve ma‘nevî ücretten istiğnâ (Hâşiye-1) etmekle وَمَا عَلَي الرَّسُولِ اِلَّا الْبَلَاغُ sırrına mazhar olup, hüsn-ü kabûl ve hüsn-ü te’sîr ve teveccüh-ü nâsı kazanmak noktalarını Cenâb-ı Hakk’ın vazîfesi ve ihsânı olduğunu; ve kendi vazîfesi olan teblîğde dâhil olmadığını ve lâzım da olmadığını ve onunla da mükellef olmadığını bilmekle ihlâsa muvaffak olur. Yoksa ihlâsı kaçırır.

  • Yedinci Nükte: İsraf, hırsı intâc eder. Hırs, üç neticeyi verir. Birincisi: Kanâatsizliktir. Kanâatsizlik ise, sa‘ye ve çalışmaya şevki kırar. Şükür yerine, şekvâ ettirir, tenbelliğe atar. Ve meşrû‘, helâl, az malı (Hâşiye) terkedip, gayr-i meşrû‘, külfetsiz bir malı arar. Ve o yolda izzetini, belki haysiyetini fedâ eder.Hırsın İkinci Neticesi: Haybet ve hasârettir. Maksûdunu kaçırmaktır ve istiskāle ma‘rûz kalıp, teshîlât ve muâvenetten mahrum kalmaktır. Hatta اَلْحَر۪يصُ خَٓائِبٌ خَاسِرٌ Yani: “Hırs, hasâret ve muvaffakıyetsizliğin sebebidir” olan darb-ı mesele mâsadak olur. Hırs ile kanâatin te’sîrâtı, zîhayat âleminde gāyet geniş bir düstûrla cereyân ediyor. Ezcümle; rızka muhtaç ağaçların fıtrî kanâatleri, onların rızkını onlara koşturduğu gibi; hayvanâtın hırs ile meşakkat ve noksâniyet içinde rızka koşmaları, hırsın büyük zararını ve kanâatin azîm menfaatini gösterir. Hem zayıf umum yavruların lisân-ı hâlleriyle kanâatleri, süt gibi latîf bir gıdanın ummadığı yerden onlara akması ve canavarların hırs ile noksân ve mülevves rızıklarına saldırmaları, da‘vâmızı parlak bir sûrette isbat ediyor. Hem semiz balıkların vaz‘iyet-i kanâatkârânesi, mükemmel rızıklarına medâr olması; tilki ve maymun gibi zeki hayvanların hırs ile rızıkları peşinde koşmakla beraber kâfî derecede bulamamalarından cılız ve zayıf kalmaları, yine hırs ne derece sebeb-i meşakkat; ve kanâat ne derece medâr-ı rahat olduğunu gösterir.Hem Yahûdî milleti hırs ile ribâ ve hile dolabıyla zilletli ve sefâletli gayr-i meşrû‘ bir sûrette ve ancak yaşayacak kadar rızıklarını bulmaları ve sahrânişînlerin yani bedevîlerin kanâatkârâne vaz‘iyetleri, izzetle yaşamaları ve kâfî rızıklarını bulmaları, mezkûr da‘vâmızı kat‘î isbat eder.Hâşiye: İktisâdsızlık yüzünden müstehlikler çoğalır, müstahsiller azalır. Herkes gözünü hükûmet kapısına diker. O vakit, hayat-ı ictimâiyenin medârı olan san‘at, ticaret, ziraat tenâkus eder. O millet de tedennî edip sukūt eder, fakir düşer.Sayfa 153Hem çok âlimlerin (Hâşiye-1) ve edîblerin (Hâşiye-2) zekâvetlerinin verdiği bir hırs sebebiyle fakir hâle düşmeleri; ve çok abdâl ve iktidarsızların, fıtrî kanâatkârâne vaz‘iyetleriyle zenginleşmeleri, kat‘î bir sûrette isbat eder ki; rızk-ı helâl, acz ve iftikāra göre gelir, iktidar ve ihtiyâr ile değildir. Belki o rızk-ı helâl, iktidar ve ihtiyâr ile ma‘kûsen mütenâsibdir. Çünkü çocukların iktidar ve ihtiyârı geldikçe rızıkları azalır ve uzaklaşır, sakîlleşir. اَلْقَنَاعَةُ كَنْزٌ لَا يَفْنٰي hadîs-i şerîfinin sırrıyla kanâat, bir defîne-i hüsn-ü maîşet ve rahat-ı hayattır. Hırs ise, bir ma‘den-i hasâret ve sefâlettir.Üçüncü Netice: Hırs, ihlâsı kırar, amel-i uhrevîyi zedeler. Çünkü bir ehl-i takvânın hırsı varsa, teveccüh-ü nâsı ister. Teveccüh-ü nâsı mürâât eden, ihlâs-ı tâmmı bulamaz. Bu netice çok ehemmiyetli, çok cây-ı dikkattir. Elhâsıl: İsraf, kanâatsizliği intâc eder. Kanâatsizlik ise, çalışmanın şevkini kırar, tenbelliğe atar. Hayatından şekvâ kapısını açar, mütemâdiyen şekvâ ettirir. (Hâşiye-3) Hem ihlâsını kırar, riyâ kapısını açar; hem izzetini kırar, dilencilik yolunu gösterir. İktisâd ise, kanâati intâc eder. عَزَّ مَنْ قَنَعَ ذَّلَ مَنْ طَمَعَ hadîs-i şerîfinin sırrıyla kanâat, izzeti intâc eder. Hem sa‘ye ve çalışmaya teşcî‘ eder. Şevkini ziyâdeleştirir, çalıştırır. Çünkü meselâ, bir gün çalıştı, akşamda aldığıHâşiye-1: İran’ın âdil padişahlarından Nûşirevân-ı Âdil’in veziri, akılca meşhur âlim olan Büzürcmehr’den sormuşlar: “Neden ulemâ, ümerâ kapısında görünüyor da; ümerâ, ulemâ kapısında görünmüyor? Halbuki ilim, emâretin fevkındedir.” Cevâben demiş ki: “Ulemânın ilminden, ümerânın cehlindendir.” Yani ümerâ, cehlinden ilmin kıymetini bilmiyorlar ki, ulemânın kapısına gidip ilmi arasınlar. Ulemâ ise, ma‘rifetlerinden mallarının kıymetini dahi bildikleri için ümerâ kapısında arıyorlar. İşte Büzürcmehr, ulemânın arasında fakr ve zilletlerine sebeb olan ve zekâvetlerinin neticesi bulunan hırslarını zarîf bir sûrette te’vîl ederek nâzikâne cevab vermiştir.

  • Altıncı Nükte: İktisâd ve hıssetin çok farkı var. Tevâzu‘, nasıl ki ahlâk-ı seyyieden olan tezellülden ma‘nen ayrı ve sûreten benzer bir haslet-i memdûhadır. Ve vakār, nasıl ki kötü hasletlerden olan tekebbürden ma‘nen ayrı ve sûreten benzer bir haslet-i memdûhadır. Öyle de, ahlâk-ı âliye-i Peygamberiyeden (asm) olan ve belki kâinâttaki nizâm-ı hikmet-i İlâhiyenin medârlarından olan iktisâd ise, sefîllik ve bahîlliğin ve tama‘kârlık ve hırsın bir halîtası olan hısset ile hiç münâsebeti yoktur. Yalnız, sûreten bir benzeyiş var. Bu hakîkati te’yîd eden bir vâkıa:Sahâbenin Abâdile-i Seb‘a-i Meşhûresinden olan Abdullâh ibn-i Ömer Hazretleri ki; halîfe-i Resûlullâh olan Fârûk-u A‘zam Hazret-i Ömer Radıyallâhü Anh’ın en mühim ve büyük mahdûmu ve Sahâbe âlimlerinin içinde en mümtâzlarından olan o zât-ı mübârek çarşı içinde alışverişte, kırk paralık bir mes’eleden, iktisâd için ve ticaretin medârı olan emniyet ve istikameti muhâfaza için şiddetli münâkaşa etmiş. Bir Sahâbe ona bakmış. Rû-yu zemînin halîfe-i zîşânı olan Hazret-i Ömer’i (ra) mahdûmunun kırk para için münâkaşasını, acîb bir hısset tevehhüm ederek, o imamın arkasına düşüp, ahvâlini anlamak ister. Baktı ki Hazret-i Abdullâh hâne-i mübârekine girdi. Kapıda bir fakir adam gördü. Bir parça eğlendi, ayrıldı, gitti. Sonra hânesinin ikinci kapısından çıktı, diğer bir fakiri orada da gördü. Onun yanında da bir parça eğlendi; ayrıldı, gitti. Uzaktan bakan o Sahâbe merak etti. Gitti o fakirlere sordu: “İmam sizin yanınızda durdu, ne yaptı?” Herbirisi dedi: “Bana bir altın verdi.” O Sahâbe dedi: “Fesübhânallâh! Çarşı içinde kırk para için böyle münâkaşa etsin de, sonra hânesinde iki yüz kuruşu kimseye sezdirmeden kemâl-i rızâ-yı nefisle versin!” diye düşündü, gitti. Hazret-i Abdullâh ibn-i Ömer’ (ra) gördü. Dedi: “Yâ İmam! Bu müşkilimi hallet. Sen çarşıda böyle yaptın, hânende de şöyle yapmışsın.” Ona cevâben dedi ki: “Çarşıdaki vaz‘iyet, iktisâddan ve kemâl-i akıldan ve alışverişin esası ve ruhu olan emniyetin ve sadâkatin muhâfazasından gelmiş bir hâlettir; hısset değildir. Hânemdeki vaz‘iyet, kalbin şefkatinden ve ruhun kemâlinden gelmiş bir hâlettir. Ne o hıssettir ve ne de bu israftır.”İmâm-ı A‘zam (ra) bu sırra işaret olarak لَٓا اِسْرَافَ فِي الْخَيْرِ كَمَا لَا خَيْرَ فِي الْاِسْرَافِ demiştir. Yani: “Hayırda ve ihsânda; fakat müstehak olanlara, israf olmadığı gibi, israfta da hiçbir hayır yoktur.”

  • Dördüncü Nükte: “İktisâd eden, maîşetçe âile belâsını çekmez” meâlindeki لَا يَعُولُ مَنِ اقْتَصَدَ hadîs-i şerîfinin sırrıyla, iktisâd eden, maîşetçe âile zahmet ve meşakkatini, çok çekmez. Evet, iktisâd, kat‘î bir sebeb-i bereket ve medâr-ı hüsn-ü maîşet olduğuna o kadar deliller var ki, had ve hesaba gelmez. Ezcümle; ben kendi şahsımda gördüğüm ve bana hizmet ve arkadaşlık eden zâtların şehâdetiyle diyorum ki, iktisâd vâsıtasıyla bazen bire on bereket gördüm ve arkadaşlarım gördüler. Hatta dokuz sene evvel, benimle beraber Burdur’a nefyedilen reislerden bir kısmı, parasızlıktan zillet ve sefâlete düşmemekliğim için, zekâtlarını bana kabûl ettirmeye çok çalıştılar. Ben o zengin reislere dedim: “Gerçi param pek azdır; fakat iktisâdım var, kanâate alışmışım. Ben sizden daha zenginim!” Mükerrer ve musırrâne teklîflerini reddettim. Cây-ı dikkattir ki, iki sene sonra, bana zekâtlarını teklîf edenlerin bir kısmı, iktisâdsızlık yüzünden borçlandılar. Lillâhilhamd, onlardan yedi sene sonraya kadar o az para, iktisâd bereketiyle bana kâfî geldi; benim yüz suyumu döktürmedi, beni halklara arz-ı hâcete mecbûr etmedi. Hayatımın bir düstûru olan nâstan istiğnâ mesleğimi bozdurmadı.Sayfa 149Evet, iktisâd etmeyen, zillete ve ma‘nen dilenciliğe ve sefâlete düşmeye nâmzeddir. Bu zamanda isrâfâta medâr olacak para, çok pahalıdır. Mukābilinde bazen haysiyet, nâmus rüşvet alınıyor. Bazen mukaddesât-ı dîniye mukābil alınıyor, sonra o menhûs para veriliyor. Demek ma‘nevî yüz lira zarar ile maddî yüz paralık mal alınır.Eğer iktisâd edip, hâcât-ı zarûriyeye iktisâr ve ihtisâr ve hasretse, اِنَّ اللّٰهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَت۪ينُ sırrıyla وَمَا مِنْ دَٓابَّةٍ فِي الْاَرْضِ اِلَّا عَلَي اللّٰهِ رِزْقُهَا sarâhatiyle yaşayacak kadar, ummadığı tarzda rızkını bulacak. Çünkü şu âyet taahhüd ediyor. Evet, rızık ikidir: Biri: Hakîkî rızıktır ki, onunla yaşayacak. Bu âyetin hükmüyle, o rızık, taahhüd-ü Rabbânî altındadır. Beşerin sû’-i ihtiyârı karışmazsa, o zarûrî rızkı herhalde bulabilir. Ne dinini ve ne nâmusunu ve ne de izzetini fedâ etmeye mecbûr olmaz. İkincisi: Rızk-ı mecâzîdir ki, sû’-i isti‘mâlât ile hâcât-ı gayr-i zarûriye hâcât-ı zarûriye hükmüne geçip, görenek belâsıyla tiryâkî olup, terk edemiyor. İşte bu rızık, taahhüd-ü Rabbânî altında olmadığı için; bu rızkı tahsîl etmek, hususan bu zamanda çok pahalıdır. Hatta bazen izzetini fedâ edip zilleti kabûl etmek sûretiyle; bazen alçak insanların ayaklarını öpmek kadar bir dilencilik vaz‘iyetine düşmek sûretiyle; ve bazen hayat-ı ebediyesinin nûru olan mukaddesât-ı dîniyesini fedâ etmek sûretiyle o bereketsiz, menhûs malı alır. Hem bu fakr u zarûret zamanında, aç ve muhtaç olanların elemlerinden ehl-i vicdâna rikkat-i cinsiye vâsıtasıyla gelen teellüm, o gayr-i meşrû‘ bir sûrette kazandığı para ile aldığı lezzeti, vicdanı varsa acılaştırıyor. Böyle acîb bir zamanda, şübheli mallara, zarûret derecesinde iktifâ etmek lâzımdır. Çünkü اِنَّ الضَّرُورَةَ تُقَدَّرُ بِقَدَرِهَا sırrıyla, haram maldan, mecbûriyetle, zarûret derecesini alabilir; fazlasını alamaz. Evet, muzdar adam, murdar etten tok oluncaya kadar yiyemez. Belki ölmeyecek kadar yiyebilir. Hem yüz aç adamın huzûrunda, kemâl-i lezzet ile fazla yenilmez.İktisâd, sebeb-i izzet ve kemâl olduğuna delâlet eden bir vâkıa: Bir zaman, dünyaca sehâvetle meşhur Hâtem-i Tâî, mühim bir ziyafet veriyor. Misafirlerine gāyet fazla hediyeler verdiği vakit, çölde gezmeye çıkıyor. Bakar ki; bir ihtiyâr fakir adam, bir yük dikenli çalı ve gevenleri beline yüklemiş; cesedine batıyor ve kanatıyor. Hâtem ona demiş: “Hâtem-i Tâî, hediyelerle beraber mühim bir ziyafet veriyor. Sen de oraya git; beş kuruşluk bu çalı yüküne bedel,Sayfa 150beş yüz kuruş alırsın.” O muktesid ihtiyâr demiş ki: “Ben, bu dikenli yükümü izzetimle çekerim, kaldırırım. Hâtem-i Tâî’nin minnetini almam.” Sonra, Hâtem-i Tâî’den sormuşlar: “Sen kendinden daha civânmerd, daha azîz, kimi buldun? ...